Galiba öncesinde çocuk çoktu da, ...çocuk olmak diye her onyıl için yazılan şu yeni kitaplar yoktu. Biz de “çıktık açık alınla on yılda çocukluktan” diye, küçük bir kelime değişikliği yaptığım marşın da uygun adım bir sesle söylediği ve buyurduğu gibi, aslında hemen büyümek istiyorduk. Çünkü çok çocuktuk ve hepimizin birden çocuk olmasına gerek yoktu, aramızdan biri çocuk olurdu nasılsa! Bu sözcüklerle ya da terimlerle düşünüp, böyle ‘fiyakalı’ gibi görünen cümlelerle söylemiyorduk elbette bunu, hatta bilmiyorduk bile, ama sanırım yaşadığımız tam da böyle bir şeydi. Şimdi 80’lerde Çocuk Olmak, 90’larda Çocuk Olmak adlı kitapları gördükçe içim gidiyor. Aslında gitmiş içimi geri getirmeye çalışıyorum demeliyim. Bir de şöyle sormalıyım elbette: Peki 80’lerden önce çocuk olmak diye bir şey yok muydu, yoksa sözgelimi 60’larda çocuk olan ben yaştakiler için çocukluk, geçmişten bile yabancı, karanlık ve uzak bir ülke mi artık? Öyleyse... hemen susmalı ve o uzak çocukluğumu daha fazla üzmemeliyim.
O zamanlar çocuk olmak ayıp değildi ama çok moda da değildi, hatta büyüklere ve bizzat çocuklara göre de sanırım pek gerekli de değildi. Sanırım yalnızca kaçınılmaz bir şeydi. Çocuk, henüz büyümemiş olan insan kişiydi, büyük insanın küçük haliydi. Çocuk değildiniz, ne siz kendinize çocuk geliyordunuz ne de büyükleriniz sizi çocuk olarak kabul ediyorlardı, iyi de büyük de değildiniz daha, o büyükler topluluğuna girmenize zaman vardı daha, öyleyse... Sivilce gibi bir ergenlik ne güne duruyordu işte, çocuk olmadan ergen olmak gibi tatsız tuzsuz, keyifsiz bir dönem sizi bekliyordu. Buyurduk. Eh zaten bizim gibi ‘arada’ kim varsa hepsi oradaydı. Orası ve ‘arada’ olma hali. Biz bir de ‘orada’ydık ayrıca, burada değil. Şimdi ‘ora’ deyince Doğu ve Güneydoğu anlaşılıyor, ama eskiden iki yerliydik, ya İstanbulluyduk ya da İstanbul harici, yani ya buralı ya oralı, bir de bizim gibiler vardı, aralı.
TRT Radyosundan aranjmanları dinlerdik, öğleyin reklam kuşağının arasında Reksan Reklam, Kurt Reklam gibi radyo reklamcılarının kuşak programları olurdu ve mutlaka Cem Karaca, Barış Manço, Selda, Moğollar, Fikret Kızılok, Ajda Pekkan gibi isimlerden parçalar çalarlardı reklamların arasında. Kasetler daha ufukta olmadığı için, o şarkıları küçük makaralı teybe kaydetmeye çalışırdım, çalışırdık. Tabii pikabımız da vardı ve benim bir yaş küçük kardeşim Kemal’le birlikte plak alırdık, 45’likler. Adlarını saydığım şarkıcıların ve toplulukların plaklarını.
Hepsi de bizden en az bir kuşak büyüktü, ortalama 10 yaş vardı aramızda. Nilüfer işte tam o sırada, biz ‘arada’yken çıkıverdi aradan. Ben 16 yaşımdaydım o ‘ara’, Nilüfer’se 17’sindeymiş. Tabii o zaman ‘teenager’ filan nedir, ruhumuzun duymasını bırakın, haberimiz bile yoktu bu olup bitenlerden ya da oldubittiye gelen, getirilen her şeyden. Fakat bize aksanlı gibi gelen, ‘aksan lehçe’, ‘aksan gramer’, ‘aksan çığlık’, ‘aksan çağlayan’ diye diye uzatabileceğimiz o sessssssssle birlikte, o sesin kanatlarında, yüksekliğinde, göğünde o sesin uçtuğumuzu hatırlıyorum, şükür daha düşmedik. Hala o sesin bizi yükselttiği, havalandırdığı, kanatlandırdığı yerdeyiz, yıldayız, ruhtayız.
Akranımızdı işte, o zamanlar oralı olanlarda, ama galiba daha çok aralı olanlarda bir gizemle fısıldanabilecek bir şeymiş gibi duran bir de hayatı vardı. İtalyan Lisesinde okuyordu, bizse en fazla Maarif Koleji’ni biliyorduk. Taşralı bir ergen olarak İtalyan Lisesinde bile okusa böyle bir sesi akran kabul edip sevinmek yok mu! Ah o sevinmekler oluyurduk, öyle ya bir yandan da çünkü yeni yeni İkinci Yeni okuyorduk ve neden bilmem Taşra Kızının Deliceleri’ne dudak büküyorduk. Taşrayı ifşa ettiği için belki de, taşra diye bir yerin varlığını ‘buralı’lara bildirdiği için. Fakat o ses tam zamanındaydı işte. Biz artık akran yoksunu gibi, kendimizi kalakalmış ergenler gibi görüp üzerken, fareli köyün kavalcısı gibi ergenleri, akranları, oralıları, buralıları götüren bir ses oldu. Nereye? Hiçbir yere. Yalnızca kendi sesine götürdü. Biz de onun sesine bakıyorduk çünkü. Yabanıl bir ses gibiydi, balta görmemiş ormanlarda patlayan yağmurun sesi gibiydi, güneş görmemiş mi derler bir de ses için, öyleyse bir de işte o ses gibiydi, hayır hayır güneşi yırtan bir ses gibiydi, yolculuğun fon müziği, fon sesi filan değil, yolculuğun ta kendisiydi. Yolculuk böyle bir sesti. Evinizin kapısından bir adım atıyordunuz, kendinizi Almanya’nın kadim kentlerinden Nürnberg dolaylarında otostop çekerken buluyordunuz. O ses sizi alıp bir dörtlükte diyelim oraya kadar soluksoluğa götürüveriyordu. Biraz daha dinleseniz, hayır akşam olmuyordu, gün uzuyordu bu sesten. Gün 24 saatse Nilüfer’in sesiyle mesela 33 saat oluveriyordu birdenbire. O zamanlar, yani Nilüfer’in sesinin yeni çıktığı günlerde, evet günler de çok uzuyordu, o güneşli ses akşamın bulutlarını dağıtıyor, karanlığını aydınlatıyordu. Her ne kadar modası ve zamanı geçmiş olsa da, çevrenizde hala 50’li 60’lı yaşlarda bir kaç muhterem bey ve hanımefendi vardır, onlara da sorabilirsiniz. Evet, aya ayak basılmıştı ama güneşe akın sürüyordu ve güneşin zaptı yakın değildi hala. Nilüfer’i o esnada gördük işte. Sesini gördük, akran sesini, beğendik, onun sesiyle ve gençliğiyle de kendimizi beğendik elbette. Nilüfer bizi ‘arada’n çıkardı ve ‘aralı’ olmaktan kurtardı.
Kalbim bir pusula, Dünya dönüyor, Göreceksin kendini...1972’den başlayarak ard arda plaklar dönüyordu, evet, dünya da dönüyordu, bizimse artık başımız dönüyordu. Çocuk olamamıştık ama ‘arada’ olmaktan kurtulmuştuk hiç olmazsa, bizi kendimize getiren bir ses vardı işte hayatımızda. 68 Kuşağı için erken, 78 Kuşağı için geçtik, ama ‘arada’ bir kuşak olmaktan da bir sese sığınarak kurtulmuştuk. Bir ‘sesin gemisi’ne binmiştik demeliyim belki de. ‘Sesin gemisi’ bizi açıkdenizler gibi açık biir sese, gölgesiz vakitlere eriştirmişti sanki.
İşte ben bir sese güvenmeyi ilk o zaman öğrendim.
İnsan bir sese de güvenebilir, bir boşluğa da.Ve bunu öğrenince sessizliğe güvenmeyi de öğrenebilir, öğrenir.
O ses sonra bizi hiç yanıltmadı.
Başkaları için de söyledi, yalnızca bizim ‘akran’ ve ‘aradaki’ kuşakla sınırlı kalamazdı elbet, ama başka akranlar için söylerken bile sesinin sabahını, sesinin gündüzünü hiç unutmadı, ona hiç gölge düşürmedi diyelim.
Çok şeyler söylendi Nilüfer’in iyiliğine, sesiyle gelen ve bir daha hiç yokolmayan mevsimlere dair. Sesi içinden çağlıyor dediklerini duyduğumda hiç şaşırmadım, çünkü öyle çok sesi vardı ki, biri için de bu söylenebilirdi. Gramofon sesli kadın dediklerini duyunca önce yadırgadım ama sonra bunun fena bir şey olmayacağını da düşündüm. Hep sesinin zamanını, sesiyle başlayan zamanları değil ya, biraz da sesinden önceki zamanları da söyleyebilir dedim ve sesine geçmiş zamanları da çok güzel mırıldandığını duydum. Sonra başka sesler yakıştırıldı, ses sesi çağırdı, pamuk sesli diyen olmuş muydu, olmadı mı, oysa nasıl da sarıp sarmalar o ses insanı, sıcak gençliğinden üşüdüğü yaşlılığına kadar, ama su sesli olduğunu akışından bildim, yaz sesli olduğunu sıcaklığından. Galiba ben ona en çok yağmurun sesini yakıştırdım, tıpkı “yağmurun sesine bak/aşka davet ediyor” dediği gibi bir başka şarkının, ‘yağmurun sesi’ne bak, o benim akranım, geçmiş günlerim, güzel gençliğim, yağmurum, ve daha bunun gibi pek çok akışlı şey söyledim. Tıpkı “Görecek göreceksin kendini” şarkısındaki gibi oldu, ‘o yağmurlu sesin içinde’ bir kez daha bir sesin tarihinin de gençliğin tarihi olduğunu gördüm.
Kaleminize sağlık... Nilüfer'imizi ne kadar güzel anlatmışınız. Teşekkürler..
Yeni yorum gönder