Gleb Şulpyakov
çev. Sabri Gürses
Merhaba, Yakup! Senin şehrine ilk geldiğimden beri, yani on yıldır görüşememiştik. Dürüstçe söylemek gerekirse, artık hiç hatırlamıyorum o zaman bu eski, geçmişteki şanını kaybetmiş otele nasıl olup da geldiğimi. Herhalde seyahat rehberlerinden birinde, otelin holündeki mekanın yüz yıl önceki haliyle korunduğunu okumuştum. Sonra da görmeye karar vermiştim.
İçeri girmiş, bir kahve söylemiş – ve şaşkınlıktan donakalmıştım. Oymalı dolaplar ve gıcırtılı koltuklar, lahitlere benzeyen duvar saatleri ve nikelajlı müzik makineleri, yuvarlak çerçevelerde puslu aynalar ve eski Osmanlı sobaları, eski telefonlar, gramofonlar ve sandık gibi pikaplı radyolar, ayrıca sandıklar, çekmeceler – hol gerçekten de tıkabasa eski eşya doluydu. Halıların üzerinde gezinip holü seyretmiştim.
O eski püskü şeylere bu kadar ilgi göstermem sana tuhaf gelmiş olabilir. Ama unutma – geldiğim ülkedekilerin çoğu gibi, ben de eski mobilyalara karşı nostaljik duygular yaşıyorum, çünkü benim ülkemin eski mobilyaları yanıp kayboldu savaş ve devrim yıllarında.
Buradaysa her şey sapasağlam duruyordu.
Kafes pencerede, bir palmiyenin yanında duruyordu. Önce fark etmedim onu, yaşadığın ev antikalar arasında çok belli olmuyordu. Gıcırtı, tıkırtı, ıslık – kafesin parmaklıklarında geziniyordun – sonunda dönüp baktım. Evet, kafesinde, on yıl önce de tıpkı şimdiki gibi oturuyordun. O sırada tüylerin daha gürdü belki de. Şimdiki gibi, insan ve makinelerin gelip geçtiği pencereye bakıyordun, gökte de martılar uçuyordu. Ve tıpkı şimdiki gibi, bakışlarında, gördüklerine duyduğun tiksintili bir aldırışsızlık dışında bir şey yoktu.
Kapıcı çocuğun senin adının Yakup olduğunu söylediğini hatırlıyorum, ama peki yaşın kaçtı? Bilmiyordu, yaşlı ayakkabı boyacısına sordu. O ihtiyarı ayakkabı boyasından kararmış parmaklarıyla hatırlıyorum. Kasketini düzeltip köşede fırçasıyla oturmaya başladığından beri seni bildiğini, kendini bildi bileli senin orada oturduğunu söyledi...
Çok sevindim – demek ki 1922 yılında bu otelde tam üç hafta geçiren Hemingway’i gördün sen gençliğinde. Aslında, doğrusunu söylemek gerekirse, bu yazarı pek de sevmem. Tuhaf bir duygu bu Yakup! Görüşmediğimiz on yıl boyunca dünyanın yarısını dolandım, yalnız kaldım, mutsuz oldum, aşık oldum, mutlu oldum, oğlum oldu (şimdi dört yaşında) ve birkaç şiir ve roman yayınladım (hâlâ beğendiklerim var aralarında) - sense hep oturdun şu kafeste, kızıl kuyruğunu salladın: ahşap bir merdivende kocaman, tüylerini kabartan yaşlı bir kuş. İsmini İncil’den almış, “Yakup” diye bir papağan.
Ya, işte ben de Kapadokya’daydım, oradan gelip senin oteline yerleştim. Tam bir tesadüf oldu benim buraya gelmem. Türkiye’deki yayıncım seçti onu benim için, bu otelin benim için anlamını hiç bilmeden. Tabii ben de bilmiyordum gelirken – dürüst konuşmak gerekirse, on yıl önceki görüşmemiz çoktan çıkıp gitmişti aklımdan.
Ama seni görünce hatırlayıverdim. Sevindim.
Kapadokya’dayken Paskalya zamanıydı ve bu tesadüf de mutlu etti beni, çünkü oraları hem eski Hıristiyan toprakları, hem de Müslümanlar için kutsal topraklar. Böylece bir hayal kurdum: bir toprağın iki dini barındırabildiğini, onları birleştirebildiğini görünce, bir gün insanlığın kolektif bilincinde büyük dünya dinlerinin bir araya gelebileceği gibi bir hayal kurdum. Bilirsin, dindar biri değilim ben Yakup. Dinde beni çeken tek bir şey var, o da onda yatan bu fikir. Bu fikir milyonlarca insan için bir fırsat. Kapadokya’ya yerleşmiş olan iki dinden biri olan İslam’ta bu fikir ahlaklı bir devlet, adil bir toplum fikri şeklini alıyor. Hıristiyanlıktaysa ölümü yenmek fikri, ruhun ölümsüzlüğü fikri oluyor. İkisi birlikte (buna elbette Musevilikteki köken fikrini de eklemek gerekir) benim aklımda ideal bir dünya düzeni manzarası oluşturuyor. Diniyle, tanrısıyla tek başına kalan insanın alt edemeyeceği şeyleri hem yerde, hem gökte, hem de insanın içinde alt edebiliyorlar. Ve işte, tek bir akılda büyük dinlerin barışla bir araya gelebilmesi, benim de insanlığın er ya da geç onları kaynaştırabileceğini hayal etmemi sağladı.
Beni anlarsın diye umuyorum Yakup.
Eğer bana şehrini nasıl bulduğumu soracak olursan, beni en çok etkileyen şey, artık kafe ve barların tıpkı Avrupa’daki gibi olması değildi (bu barlarda kızlarla tanışıp konuşulmuyor yine de); eski sokakların yeni yapıların altında kaybolup gitmesi de değildi; beni en çok, Konstantinopolis’in eski duvarlarını onarmaya karar vermiş olmaları etkiledi. Açıkça söyleyeyim, aklıma pek yatmadı bu benim. Yani harabe dediğin nedir ki Yakup? Elle tutabileceğin zamandır harabe. Bakarsın ona. Ama kalkmış bu yitip gitmemiş mucizeyi birdenbire onarmaya başlamışlar. Paha biçilmez bir şeyi yok ediyorlar. Fakat şehrin duvarlarına saldırılırken Bizans imparatorunun ayak bastığı taşlar bu taşlardı. Yeniçerilerin Konstantinopolis’e girerken içinden geçtiği gedikler bunlardı. Şimdi birdenbire yeni taşlar ve yepyeni beton dolgularla karşılaşıyorum. Üstelik, kabul edersin ki, bu turizm açısından da akılsızca bir iş – sonuçta gerçek turist güzelliklerin peşinden gitmez, kayıp zamanın peşinden gider. Kimin aklına gelir Kolezyum’un inşasını tamamlamak?
Haklısın, senin şehrinden yakınmak bana düşmez. Beton şantiyeler altında kaybolup gitmiş olan o Moskova’da yaşayan birine düşmez bu. Biliyor musun Yakup, ben de uzun zamandır kendimi kendi şehrimde, doğup büyüdüğüm yerdeymiş gibi hissetmiyorum. Benim sevdiğim şehir yok artık, bugün sokaklarında gezen insanlar da birer yabancı, çünkü onlar için fark etmiyor hangi şehirde yaşadıkları. Senin şehrinde her yol bir keşfe çıkıyor hâlâ – yeni bir çıkmaz, yeni, daha önce görülmemiş eski bir ev ya da dükkan. Benim şehrimdeyse tarihi daralttılar – o yüzden de onu yıkmak çok daha kolay oldu. Kendimi şöyle bir düşünceyle teselli ediyorum ben de: Eğer bir şehrin yerini başka bir şehir alıyorsa, şehir (Avrupa’da olduğu gibi) müzeye dönüşmüyorsa, o zaman demektir ki tarih bir yerlere doğru ilerliyor, şehir de yaşamını sürdürüyor. Demek ki daha ölmedik. Ama bana gerekli mi bu – yeni – tarih? Bana yakın mı? Gördüğüm kadarıyla – hayır, pek yakın değil. O zaman en iyisi senin yaptığın değil mi Yakup –eski bir otelin bir pervazındaki bir kafeste bir ömür geçirmek?
Kapadokya’ya edebiyat çevirmenleriyle Rusbilimcileri bir araya getiren Erciyes Üniversitesi’nin davetiyle geldim. Çeviriyle ilgili sunumları dinlerken, çevirinin önceden, çok daha önceden başladığını düşündüm. Çevirmenin romanı açtığı andan bile önce. Çeviri akılda başlıyor, insan kendisine yabancı, tanımadığı bir kültürü keşfettiği ve benimsediği zaman başlıyor. Bu benimseme o kültürün gelişmesinin bir güvencesi haline geldiği zaman. Ancak o zaman insan kendini “Konstantinopolis’in işgali” ve “Konstantinopolis’in fethi” arasındaki uzamda bulabilir – çünkü sanat her zaman üçüncü bakış açısını savunur.
Şehrine ilk geldiğimde, başıma tam da bu geldi. Bu şehre deliğe düşen Alice gibi düşmüştüm. İstanbul’un büyük camileri hakkında hiçbir şey bilmeden bu mimarinin enerjisini hissettim. Onu yaşadım – büyük bir sanatı yaşayan insan gibi, çünkü İslam mimarisini yaşamak için – Hıristiyan kiliselerindeki çarmıhlı fresklerin tersine – Müslüman ya da Hıristiyan olmak gerekmez.
İşte böyle bir çeviriden bahsediyorum, Yakup.
Bu çevirinin gerçekleşmesi için, yabancı dünyanın senin içine girmesine izin vermen gerekir. Onun seni çevirmesine izin vermen gerekir. Ben bu durumu iyi bilirim Yakup, çünkü ülkemde uzun zaman yasaktı sınırları aşmak. Zor ve pahalı bir işti bu – ülkeyi yöneten gayrıinsani rejim yüzünden. Senin gibi yaşıyorduk, kafeste yaşıyorduk ve önceki kuşaktan birçok kişi – örneğin, babam – ölüp gidiverdi dünyayı görmeden. Bugünse durum bambaşka. Elbette, ülkemin politikasından hoşnut olduğumu söyleyemem – kesinlikle söyleyemem. Ama. İşte on küsur yıldır engelsizce aşabiliyoruz sınırları, dünyayı çevirebiliyoruz. Ve bu, yaşadığımız değişim çağının en önemli başarısı belki de.
Yakup, sonunda insan kendi kendine kalıyor. Nereye gidersen git, yeryüzünde ne kadar dolanırsan dolan, kendi “beninin” kafesi de peşinden sürükleniyor. Bu kafesten hiçbir yere çıkamıyorsun, kaçamıyorsun. Bu yüzden seni biraz kıskanıyorum, elbette. Çünkü senin için teoride bile olsa böyle bir şans varmış gibi görünüyor, dışarıda. Martıların orada.
Benimse böyle bir şansım, en azından yaşarken, yok.
Çevirmenin Notu:
Yeni kuşak Rus yazar ve çevirmenlerden biri olan Gleb Şulpyakov (d. 1971), Türkiye’ye ilk kez 2000’lerin başlarında gelmiş ve ilk romanı olan Sinan’ın Kitabı’nı (2005) büyük ölçüde bu dönemdeki izlenimlerle yazmış. Sinan’ın Kitabı Kayhan Yükseler’in çevirisiyle Gürer Yayıncılık tarafından yayımlandı (2009). Yazıda kastedilen yayımcı Turgut Gürer. Erciyes Üniversitesi’nin yazıda anılan etkinliği, üniversitenin Rus Dili ve Edebiyatı bölüm başkanı Sevinç Üçgül’ün öncülük ettiği “İki Edebiyat-Tek Dünya” adlı sempozyum. Şulpyakov bu sempozyumda “İki Ülke Edebiyatı ve Çeviri İlişkileri” başlıklı, Altan Aykut’un sunduğu etkinliğe, Rus edebiyatının üç kuşak çevirmenleri olan Mehmet Özgül, Ataol Behramoğlu, Sabri Gürses ile birlikte katıldı. Sempozyum programında bir Kapadokya gezisi ve Alev Alatlı’nın kurduğu Kapadokya Meslek Yüksek Okulu gezisi de yer alıyordu. Kayseri’den sonra İstanbul’a da uğrayan Şulpyakov, Okan Üniversitesi’nde bir konuşma ve imza gününe de katıldı.
Rusça metnin çevirisi sırasında, aslında doğrudan bir bağlantısı olmasa da, belki yazının havası nedeniyle, Edip Cansever’in Çağrılmayan Yakup adlı şiiri vardı kulağımda; ve sık sık Dostoyevski’nin Beyaz Geceler’inin girişindeki düşünürgezerin binaların sarıya boyanmasından yakınması geldi aklıma. – Sabri Gürses.
* Çeviribilim 04: Mayıs-Haziran 2011
Yeni yorum gönder