Aslında ne yazmak istesem, şiir, deneme, portre yazısı, her seferinde önce Cemal Süreya’yı açıp bakmam gerekir. Her seferinde olmasa bile çoğunlukla öyle yaptığımı da söyleyebilirim, fakat iş portreye gelince, elim ilk Cemal Süreya’nın 99 Yüz’üne gider her seferinde, aradığımı da genellikle bulurum. Tabii o yalnızca sevdiklerini değil, ki Cemal Süreya için çok şaşırtıcı bir durum, sevmediklerini de yazmış, benimse yalnızca sevdiklerimi yazmaya gücüm, yani yüreğim var. Bu kez Cihat Burak’ı yazmaya niyetlenince, açtım yine kadim yüzler kitabını ve bir kez daha bu ülkede bir zamanlar Cemal Süreya adlı bir iyilik varmış diye uzun uzun şükrettim.
Üç beş görüşme tanışıklık için yeterli sayılır, ahbaplığın tanımı da zannımca budur. Benim için Cihat Burak öyleydi, o yenilerdeki şair, yazar meclislerini, meyhanelerde bu zevatla oturup kalkmayı pek sevmeyen adamı, eski Cumhuriyet'te Ece Ayhan'ın masasında tanımış, 'masa ahbaplığı' yapmıştım. Bazı insanlar vardır, az da görüşseniz, sanki iyiliğini bin yıldır tanıyormuşsunuz duygusuyla sıcaklık, yakınlık uyandırırlar. Orada durursunuz, orası ahbaplık sınırıdır, zorlamak sınırın iki yanındakiler için de iyi olmaz. Cihat Burak da işte o 'kalbi hüseyni'lerin başında gelir.
Adını elbette bilerek, belki daha bir-iki resmini görmüşken, Cardonlar(i982) adlı sürpriz kitabıyla karşılaşmıştım Cihat Burak'ın önce. O her ne kadar bir koltuğuna, mesleği olan mimarlığı ve sokak arkadaşı olan resmi sıkıştırıp, 'öteki koltuğum da boş kalmasın diye ona da yazarlık sıkıştırmışımdır' dese de, Yakutiler(1992) ve ölümünden sonra yayımlanan Zenci Kalınız'la birlikte 'özel' bir adam olduğunu bir kez daha göstermiştir. Özel kitaplara özel bir önem veren özel okurlar için çok özel bir hikayecidir Cihat Burak aynı zamanda. 'Gizli hikayeci' diyeceğim ama, değil, 'gizli' tanımında onu 'hikayeci' saymayan bir anlam var gibi, o yüzden 'açık hikayeci' diyeyim ki, resmiyle hikayesini aynı zamanda tanıdığım için ikisinin de birbirlerinin içinde mevcut olduğu anlaşılsın bundan biraz da. Cihat Burak'ın resimlerine baktığınızda, ondaki hikayeciyi de görmüş olursunuz. Dilerseniz bir resminin başında uzunca durup, o hikayeyi kendiniz yazabileceğiniz gibi, yazılmış bir hikayeyi de içinizden okuyabilirsiniz. Böyle bir duygu uyandırır resmiyle hikayesi, içice iki aşk gibi. Ya da iki yol gibi.
Levent Çalıkoğlu'nun tanımıyla 'modern seyyah, bıçkın nakkaş, zamansız tarihçi' Cihat Burak'ın resminde neler var, ne ‘eski’ler var? Ne ‘eski’ler boyamış ve onları resim yapmış acaba? Eski sokaklar, eski meyhaneler, eski adamlar, eski kadınlar, eski merdivenler, eski kediler, eski pasajlar, eski kulağıı kesikler, eski eskiler... daha eski ne yazabilirim bilmiyorum? Çalıkoğlu'nun Cihat Burak Retrospektif kitabına yazdığı gibi 'Modern olmaya çalışan bir toplumun yitirdiği ve ardında bıraktığı kültürel birikime sahip çıkmak ister. Sokak aralarını, kahve ve meyhaneleri turlar, gündüzden geceye karşısına çıkan her türlü anti-kahramanı konu edinir: Bıçkın mahalle kabadayıları, Telli baba ziyaretine giden yeni evli çiftler, batakhanelerde birer tanrıça gibi karşılanan genelev kadınları, duvar diplerinde çerez satan fıstıkçılar, birbirlerine elense çeken pehlivanlar, toplumsal ve ekonomik dinamiğe tutunamayan çaresizler..."(agy., s.19)
Ben Çalıkoğlu'nun tanımlarına izniyle bir de 'çelebi'yi eklemek isterim, 'Yalnız Çele-bi'yi. Resmi de biraz öyle gibidir sanki, 'yalnız bir çelebi'nin yalnızlığını kalabalıklarda gezdirip iyice kalınlaştırması, belirgin kılması gibidir. Şenlikli gibidir de, ama şenliklerin hüznünü, oradaki koyu ve kalın yalnızlığı da gösterir gibidir. Çalıkoğlu yazısında buna değiniyor:"Acelesi olmayan, dünyanın seyir trafiğinin tersine seyahat eden bir zaman gezginidir Burak. Zamanlararası bir akrabalık ilişkisiyle her daim birbirleriyle paylaşacakları konular bulan bir ailenin üyesidir. Siyah Kalem, Matrakçı Nasuh, Evliya Çelebi gibi, sadece kendisi olduğu halde kalabalığın dış sesine bürünür, bazen kamusal bir vicdan olur, bazen de gözümüzün önünde olanı başka bir dilde söylediği için şaşırtıcı bir gerçekliğin sözcülüğünü üstlenir." (agy., s.12)
Ece Ayhanlı, İlhan Berkli, Mustafa Irgatlı Cumhuriyet Meyhanesi masalarında, 15-20 yıl öncesinin beyaz formikadan, yaşlı, geniş, yorgun masalarının etrafında toplandığımız Cuma, Cumartesi akşamüstleri. Cihat Burak asma kattaki pencere pervazında gezinen kedileri masadaki mezelerle besleyecek, az konuşacak, mırıldanacak, içinden gülüsediğini görenlerin de hem içini, hem yüzünü, hem gününü gülümsetecek, çok sigara içecek, gömleğinin en üst düğmesi hep kapalı duracaktır. İlhan Berk'le Ece Ayhan yine bir mevzudan dolayı konuşmuyorlarsa ortalarına beni oturtacaklardır. Ece Ayhan Cihat Burak'ı sürekli konuşmaya kışkırtan sorular soracaktır. 'Renkli bir sessizlik' olan Cihat Burak önündeki peçetelere, küçük kağıtlara çiziktirdiği eskizlerden bazen başını kaldırıp, dalgın sigara dumanları içinden, güngörmüş bir cevap nasıl verilire örnek bir cevap verecektir, Ece 'keh küh' diyerek gülecektir. O eskizlerden biri üzerindeki elyazısı notlarıyla duvarımda asılı şimdi. ‘Hariçten Gazel’ tablosu, henüz gazele hazırlanıyor hanendeler. Hayır peçetenin üzerine çiziktirilmiş değil, öyle de olabilirdi, nasılsa bizimki de ‘masa ahbaplığı’ydı zaten, en çok onbeş-yirmi adımı yan yana yürümüşüzdür dışarda. Hep masalarda, bir kaç kelime, çok mırıldanma ve sessizlik gitti geldi aramızda.
Evliya Çelebi yılında ona hayran bu ‘Yalnız Çelebi’ bir kez daha düştü aklıma. Evliya’nın Avrupa’daki ilk sürrealist yazar olduğunu düşünüyor. “Resimlerimde onun hikayelerini yaşamış gibi oluyorum” diyor. Cemal Süreya’nın deyimiyle ‘aşırı modern Osmanlı’ ama hiçbir biçimde alagfranga değil. Biraz Asaf Halet Çelebi buluyor onda Süreya, İlhan Berk ‘resmimimizin korkunç çocuğu’ ve ‘resmimizin bir Hoca Nasrettin’i diyor.’ Kedi sevgisi malum, sevdiği kadınlara ‘minnoş’ diyecek kadar seviyor kedileri, kadınları da tabii, sevmez olur mu? Çok seviyor ama ölümünden iki yıl önce, 1992’de şunları da söylüyor: “Şimdi onları bir tül perdenin arkasından görür gibi görüyorum, hala güzeller, ama ben kendi kendimin gölgesi gibi dolaşıyorum artık.” Kediler ve kadınlar, ikisi de özgürlüklerine düşkün olmalarıyla güzel ayrıca ve ‘sirk marifeti’ne gönül indirmemeleriyle. İlhan Berk bir de “Hem yalnız onun resimlerinde evlerindeymiş gibi dolaşmaz mı hayvanlar?” diyor ya, eklemeli, kadınlarda sokaktaymış gibi ve hep özgürmüş gibi yalnızca. İronik, öyle bir ironi ki bu, insan bir süre sonra üzüntüden ne yapacağını şaşırabilir: “Yaşım o kadar küçüktü ki, nasıl doğduğumu pek hatırlamıyorum” cümlesi de onundur. Bütün avangard şairler, ressamlar ve diğerleri diyelim, onu çok sevdiler ama onun en sevdiği şair Mustafa Seyit Sutüven. İroninin sürekliliği olmalı bu. Ara Güler’in çektiği Cihat Burak fotoğrafları, düşünüyorum da, fotoğrafa mı dahil, resme mi, şiire mi, hikayeye mi, çeken Ara Güler ama, içndeki de Cihat Burak.
Ece Ayhan'la Cihat Burak son yıllarında hayli söyleşir olmuşlardı. Bir söyleşilerinden anektod: Ece Ayhan soruyor:” -Cemal Süreya kedi resmini cetvelle bile çizenler var diyor. Yeni resmin bir raconu, bir açılışı mı bu acaba?” Cihat Burak yanıtlıyor:”-Bir kedinin resminin cetvelle çizilebileceğini düşünemiyorum. Ayıptır, benim vicdanım elvermez.” Sanki bir Ece Ayhan dizesi gibi Çok Eski Adıyladır kitabından, eh zaten Cihat Burak’ın resmi de öyle sayılmaz mı biraz, Çok Eski Yüzüyledir adlı bir resim.
mutlu olmak nedir önce onu buylyormiiuz bence onu sormalı insan ben mutlu olduğumda neler oluyor ben neyden ve ne gibi durumlardan mutlu oluyorum diye kendine sormalı ama insanlar artık mutlu olmak için değil sadece yaşamak için yaşıyorlar.(bende dahil) çocuk okul iş ev çevre eş dost derken başkaları için yaşarken insan kendi mutluluğunu yani yaşama sevincini enerjisini gün geçtikçe daha da kaybediyor ve sonuç olarak depresyonda olan hatta depresyondan çıkamayan bir sürü birey. çünkü bizler mutlu olmayı unuttuk…………………
Yeni yorum gönder