Bütün bir kış bekleriz. Yazın gelmesini ve tenin deniz suyuna kavuştuğu ilk ânı… Çıplak ayakla çimenlerde yürürken, ayağımızın altındaki o hoş gıdıklanmayı… Uzun ve tembel ikindilerde limonata içmeyi, kiraz yemeyi ve kedi gibi kıvrılıp uyuklamayı… Yaz senaryoları artar, ancak her bir senaryoya eşlik eden bir ayrıntı hep aynıdır. Denizden çıkılır ve altın rengi kumların üstüne, elde bir kitapla uzanılır. Kırlardaki uzun yürüyüşler, bir ağacın gölgesinde kitap sayfalarına gömülerek sonlandırılır. Akşamüstü uykularına mutlaka birkaç sayfa okunduktan sonra dalınır. Yaz asıl, bütün bir kış okumak için sabırsızlandığımız kitapların içine rahatça gömüldüğümüzde gelir.
Okunmaya fırsat bulunmadığı için yaz tatiline çıkarken bavula ilk atılan, geçen sezonun liste başı kitapları başımızın üstünde, ancak ayrı bir yerde tutalım şimdilik. Çünkü asıl olarak tüm zamanların yaz kokulu kitaplarıyla bir yolculuğa çıkıyoruz.
Başlangıç noktamız ise Murathan Mungan’ın Yaz Geçer adlı şiir kitabı… Yaz Geçer, Mungan’ın kendisinin de Stüdyo Kayıtları’nda belirttiği gibi artık kendisinden bağımsız bir şekilde ‘kültleşmiş’, en çok okunan ve paylaşılan şiirlerini içerir. Kitap baştan sona bir yaz mevsimi gibi geçer ve “Yaz Bitti” şiiriyle de biter. Yaz ruhunu büyük bir güçle okuyucusuna geçiren Yaz Geçer’in, en sevilen metinsel-şiirlerinden “Terastaki Havlu” ise hem yazın, hem de bir aşkın ilk günlerinden bahseder.
“Aynı terasa açılıyordu yan yanaydı kapılarımız kaldığımız pansiyonda.
Sabahları ya da akşamüzerleri karşılaşıyorduk, ortak düş, ortak mutfak,
çekingen bir selamlaşma. Aynı terasta yan yana kuruyordu çamaşırlarımız, bu
ürpertiyordu beni; acemi, tutuk birkaç sözcük eşliğinde beyaz şarap içerek
aynı terasta seyrediyorduk günbatımını, bu da ürpertiyordu beni. Işığın
azalan şiddetinde yan yanaydı terasa vuran gölgelerimiz ve karışıyordu
birbirine.
Elimizde olmadan gülümsemiştik bakışlarımız çarpıştığında, sahildeydik
ve aynı kitabı okuyorduk ilk karşılaşmamızda.
Sezon açılmamıştı, seyrekti sahiller, daha erken yaz gülümsüyordu.”
Sait Faik’in Alemdağ’da Var Bir Yılan adlı kitabında yer alan unutulmaz “Hişt, Hişt!” adlı öyküsü ise bizi adeta kırlara çıkıp, doğanın seslerini dinlemeye çağırır.
“Yürüyordum. Yürüdükçe de açılıyordum. Evden kızgın çıkmıştım. Belki de tıraş bıçağına sinirlenmiştim. Olur, olur! Mutlak tıraş bıçağına sinirlenmiş olacağım. Otların yeşil olması, denizin mavi olması, gökyüzünün bulutsuz olması, pekâlâ bir meseledir. Kim demiş mesele değildir, diye? Budalalık! Ya yağmur yağsaydı? Ya otların yeşili mor, ya denizin mavisi kırmızı olsaydı? Olsaydı o zaman mesele olurdu, işte. Çikolata renginde bir yaprak, çağla bademi renkli bir keçi gördüm.
Birisi arkamdan:
-Hişt,dedi.
Dönüp baktım. Yolun kenarındaki daha boyunu posunu almamış taze devedikenleriyle karabaşlar erik lezzetinde bana baktılar. Dişlerim kamaştı. Yolda kimsecikler yoktu. Bir evin damını, uzakta uçan bir iki kuşu, yaprakların arasından denizi gördüm. Yoluma devam ederken:
-Hişt hişt, dedi.
Dönüp bakmak istedim. Belki de çok istediğim için dönüp bakamadım. Olabilir. Gökten bir kuş hişt hişt ederek geçmiştir. Arkamdan yılan, tosbağa, bir kirpi geçmiştir. Bir böcek vardır belki hişt hişt diyen.”
Aslında denizi, doğayı ve yaz mevsimini kutlamak için Sait Faik’in tüm eserleri vazgeçilmezdir. Çünkü o her şeyden önce ‘adalı’ bir yazardır, Burgaz Ada’nın yazarıdır. Satırlarından bahar ve yaz fışkırır.
Hem İstanbul, hem Adalar
Öte yandan İstanbul tutkunu Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’u ise, hem bütün bir yaz mevsimi boyunca İstanbul’u, hem de Adalar’ı anlatır.
“Ertesi akşam söz vermiş gibi iskelede birbirlerini buldular. Sabih’le karısı ortada yoktu; genç kadın Fatma’yı halasına bırakmıştı. İskele ağır bir bahar kokusu içindeydi. Hemen herkesin elinde büyükçe bir çiçek dalı vardı. Birkaç kişi yeni açmış gül demetleri taşıyorlardı. Bütün kalabalık bir çiçek yağmasından geliyor gibiydi.”
Baharla yazın öpüştüğü o taze ve uçucu zamanı, çiçeklenen ağaçları anlatan bir diğer güzel kitap da Yasunari Kavabata’nın Kiraz Çiçekleri’dir. Anlatılan yazdan çok, ilkbahardır ama yazın hafifleyen ruhlara tam aradıkları esintiyi taşır.
“Cırcırböceklerini küpe Çieko koymuştu, peki menekşeler neden gelip de öylesine dar bir oyukta yeşermişti? Menekşeler açtığına göre, cırcırböcekleri bu yıl da ötecekti.”
Dünya edebiyatına uğramışken, Virginia Woolf’un Deniz Feneri’nde mola verelim. Ramsay ailesinin İskoçya’daki yazlıklarında geçirdiği yaz tatilini anlatan Woolf, önce bir yazlık evin odalarına sinen tipik kokuları anlatır: “…bu tavan arası odalara güneş dolar; kriket sopalarını, beyaz pantolonları, hasır şapkaları, mürekkep şişelerini, yağlıboya kapılarını, rutubet böceklerini, küçük kuşların kafataslarını aydınlatır, duvardan sarkan yosunun uzun ve kıvrım kıvrım liflerinden, deniz banyolarında kum dolmuş havlulara da sinen, o tuz ve ot kokusunu çevreye yayardı.” Daha sonra ise kumsaldan bahseder: “Kumsala gelir gelmez ayrıldılar. Andrew ayakkabılarını çıkarıp, çoraplarını içine tıktı, çifti kendi hallerine bırakarak, Pope Burnu’na doğru uzaklaştı; Nancy de sular içinden güçlükle ilerleyerek, kendi kayalarına doğru uzaklaştı, kendi gölcüklerini aramaya koyuldu ve çifti kendi hallerine bıraktı. Yere çömeldi, kayanın kenarına pelte parçaları gibi yapışıp kalmış yumuşak, lastiğe benzer denizanalarına elini sürdü. Hayalinde bu su gölcüğünü bir deniz, küçücük balıkları da koskoca köpekbalıkları ve balinalar gibi görüyordu; elini güneşe karşı tutarak bu minicik dünya üzerine koskoca bulutlar serpiştirdi.”
Esasen dünya edebiyatı, yaz mevsimini kutsayan bir yapıya sahiptir. Yaz mevsimi boyunca Avrupa seyahatine çıkan genç kadın kahramanlar ise çok gözdedir. E.M. Forster, Manzaralı Bir Oda’da yalnızca Floransa’yı gezen kahramanı Lucy’den değil, burada bulunan bir grup İngiliz’den oluşan turist topluluğundan da, eşsiz Floransa manzaraları eşliğinde söz eder. Öte yandan bu türün en güzel örneklerini kuşkusuz Henry James, unutulmaz kadın kahramanlarıyla Daisy Miller ve Bir Kadının Portresi adlı romanlarıyla vermiştir. Thomas Mann’ın Venedik’te Ölümü ise ilk bakışta yaza yakışmayan ‘ölüm ve yaşlılık’ gibi temaları işliyor olmasına rağmen, harika Venedik tasvirleri ve güneşin altında ışıl ışıl parlayan kumsallarıyla yine de bir yaz kokusu taşır.
Yaz, Akdeniz demektir!
Ama her şeyden önce, yaz demek Akdeniz demektir aslında! Yani Homeros demektir, Odysseia ve İlyada demektir. Homeros’un satırlarında eski Yunan’a giderken, Sappho’nun şiirlerini de ihmal etmemek gerekir. Eski Yunan’ı gezerken, Yunan mitolojisini en hafif ve sürükleyici bir biçimde öğrenmek isteyenlere ise Torunuma Yunan Mitleri (Jean-Pierre Vernant) salık verilir. Konumuz Akdeniz olunca, tabii Panait İstrati’nin Akdeniz’ine de mutlaka göz atmak gerekir.
Akdeniz, biraz da Ege adaları demektir. Ve akla hemen John Fowles’ın Büyücü’sünü getirir. Fowles, en önemli eserlerinden biri olan Büyücü’de bir Yunan adasında geçen gizemli, zaman zaman ürkütücü ancak bir o kadar da görkemli ve lezzetli bir öykü anlatır.
Adalar’dan tekrar Türkiye sahillerine geçmek için Yücel-Zühal İzmirli’nin Rodos’tan Karşıyaka’sının sayfalarını ideal bir yol arkadaşı olarak önerelim ve Azra Erhat’ın Mavi Yolculuk’u ile Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Mavi Yolculuk Defterleri eşliğinde önce bir Mavi Yolculuk’a çıkıp, oradan Halikarnas Balıkçısı’nın Bodrum’una uğrayalım. Zaten Bodrum’un derinliklerine, bir Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın bir de Selim İleri’nin (özellikle de Her Gece Bodrum’u) külliyatını okumadan gerçek anlamda dalınmaz. Bu arada İleri’nin hemen tüm eserleri bir anlamda yaz’ı kutsamadır aslında. Ayvalık ve çevresini ise en iyi Ahmet Yorulmaz’ın kitapları anlatır.
Türkiye sahillerinden Mısır’a doğru uzandığımızda Laurence Durrell’in İskenderiye Dörtlüsü (Justine, Balthazar, Mountolive, Clea) karşılar bizi. Buram buram Akdeniz kokar bu dörtleme. Justine, Kahire’nin egzotik mekânlarında dolaştıkça, uçuşan etekleri de bize Akdeniz’in, Mısır’ın, İskenderiye’nin kokularını taşır. Mısırlı büyük usta Necib Mahfuz ise bu sıcak toprakların derinliklerini anlatır bize.
Kuzey Afrika’dan tekrar Avrupa’ya uzanalım Fransa ve İtalya üzerinden. Fernando Pessoa’nın Uzaklıklar Eski Denizler’i, sırf adı için bile okunmaya değer. Marguerite Duras’nın Hindiçini’nde geçen kendi genç kızlığından izler taşıyan Sevgili’sinin egzotizmine, yazarın hep uzakları çağrıştıran, deniz kokusu taşıyan Cebelitarık Denizcisi ile Bir Yaz Akşamı On Buçukta ve Yaz Yağmuru adlı romanları eşlik eder. Italo Calvino’nun Görünmez Kentleri belki doğrudan yaz’ı anlatmaz ama yaz aylarının vazgeçilmezi yolculuk ruhu için idealdir. Büyük yazar Dostoyevski’nin Yaz İzlenimleri Üstüne Kış Notları ise yazarın hemen hemen tüm Avrupa’yı içeren yolculuğundan derlediği kaçırılmaması gereken notları içerir. Yolculuk demişken Albert Camus’nün Yolculuk Günlükleri ise kült yazarın Kuzey ve Güney Amerika’ya yaptığı gezilerin notlarını içerir. Evet, yaz biraz da yol demektir, yolculuk demektir! Jack Kerouack’ın Yolda’sı okur okumaz yollara düşme arzusuyla doldurur okurunu. Che Guevera’nın Motosiklet Günlükleri ise Che’nin ilk gençlik yıllarında motosikletle bir baştan diğerine kat ettiği Güney Amerika yolculuğunu anlatır.
Yaz geçer, yine gelir
Güney Amerika egzotiktir. Tam da bir yaz okumasından beklenen güneşli toprakları ve baharatlı tatları anlatır. Gabriel Garcia Marquez’in Kolera Günleri’nde Aşk’ından Yüzyıllık Yalnızlık’ına dek tüm külliyatı büyülü bir Güney Amerika manzarası serer önümüze. Luis Sepulveda, tüm doğal sakinleriyle Amazon ormanlarına doğru bir yolculuğa çıkarır. Amerikalı John Fante ise Toza Sor’da güneşin tüm yakıcılığını ve çölün kumunu sayfalardan üflediği bir hikâye anlatır. Çölde bir toz bulutuna kapılıp giden bir aşkın öyküsünü…
Truman Capote, Yaz Çılgınlığı’nda yazı New York’ta geçirmeye karar veren, sosyetik genç bir kızın yaz maceralarını tüm renkleriyle anlatırken, Kabul Edilmiş Dualar Tanca’ya dek uzanan egzotik hikâyeler içerir. Çimen Türküsü, Amerika’nın güneyine uzanır. Güney büyülüdür, egzotiktir ve bir tutam da vahşidir. Tıpkı Mark Twain’in öykülerinde olduğu gibi… Tenessee Williams da bir diğer güneyli yazardır ve o da Güney’in ‘sıcak’ havasının insan ruhları üstünde yaptığı etkileri anlatır; tıpkı Kızgın Damdaki Kedi’de olduğu gibi. Williams’ın Mrs. Stone’un Roma Baharı ise orta yaşı geçmekte olan bir oyuncunun dramını, nefis Roma tasvirleri eşliğinde anlatır.
Evet, yeniden Avrupa’dayız! Ancak ne ilginçtir ki Avrupa’yı en güzel Amerikalı yazarlar anlatmıştır. Ve yazın egzotizmine de Henry Miller’ın erotik üslubuyla kaleme aldığı döneminin Paris’ini anlatan eserleri ile Hemingway’in sanat ve dost meclisleriyle dolup taşan Paris anılarından oluşan Paris Bir Şenliktir’i yakışır. Öte yandan Hemingway’in İspanya İç Savaşı’ndan Afrika’nın egzotik topraklarına dek ulaşan tüm eserleri de bir bütün olarak harika bir yaz okuması macerası sunar. Ancak bu Amerikalı yazarlardan biri vardır ki işte o yalnızca yaz mevsimini anlatmakla kalmaz, ‘20’ler ve ‘30’ların en şaşalı partilerinden, lüksten ve şıklıktan da görkemli bir şekilde bahseder. F. Scott Fiztgerald’dır o. Ve başyapıtı Muhteşem Gatsby’den Caz Çağı Öyküleri’ne dek hemen her eseri yaz kokan okumalar için ideal olsa da, içlerinden özellikle birisi bizi Fransız Riviera’sının benzersiz şıklığına doğru bir yolculuğa çıkartır. Müşfikti Gece, annesiyle yaz tatiline Fransız Riviera’sına gelen genç bir kadının zengin ve şık bir çiftle tanışıp, onlardan büyülenmesini anlatır.
Ve şimdi son bir kez daha İngiltere’ye uğrayıp, oradan Rus Edebiyatı’na doğru uzanalım. Katherine Mansfield’ın “Garden Party (Bahçede Eğlence)” adlı öyküsü, bir İngiliz malikânesinin bahçesinde verilecek bir partinin hazırlıklarından bahseder. Jane Austen’ın hemen tüm eserleri ise İngiliz kırlarında ve sayfiye yerlerinde geçen sayısız öyküler ile parti ve çay davetleriyle yazın ruhuna iyi giden okumalar sunar. D.H. Lawrence, ilk yayınlandığında skandal yaratan Lady Chatterley’nin Sevgilisi’nden Aşık Kadınlar’ına dek yaz okumalarının ilk sıralarında yer almayı hak eder. İngiliz yazar E.M. Forster ise Hindistan’a Bir Geçit ile dünyanın bir diğer egzotik köşesine götürür bizi.
Edebiyattan bahsedip Rus yazarlarını anmamak olur mu? Ve Anton Çehov’un Sayfiyede’si için fazla söze gerek var mı? Ya Dostoyevski’nin Beyaz Geceler’i için? Öte yandan içerdiği kırsal manzaralar haricinde pek yazdan bahsetmeyen, hatta daha çok karları anımsatan Anna Karenina, yine de içerdiği dünyanın en güzel aşk öyküsüyle okuma listemize yine en üstlerden girer.
Ve evet yaz da biter. Tıpkı Edith Wharton’ın Yaz Bitince adlı romanının adı gibi… Teselli ise yine bu yazının açılışını yapan Mungan’ın Yaz Geçer’inde saklı olabilir. Kitabın ilk sayfasında yalnızca tek bir cümle yer alır: “yaz geçer yine gelir.” Bir sonraki sayfadaki yalın cümle ise ilaç gibidir: “yaz geçer iyi gelir sözcükler.”
Yeni yorum gönder