Fatih Balkış ve kitaplarıyla ilgili yazılan hemen her yazıda Thomas Bernhard’ın adı geçiyor, geçmeli de. Yazarın üslubu, tıpkı öteki kitaplarında olduğu gibi, Karaçam Ormanı’nda da handiyse Bernhard’ın metinleri üzerine bina ediliyor. Fakat bu, çiğ bir ‘yerel şube’ imgesinden çok, hiç tanışmadığı ustasından zanaatını adamakıllı öğrenmiş bir çırağı getiriyor akla.
Fatih Balkış’ın adı okura yabancı gelmeyecektir. Fars, Yerçekimi ve Baht Dönüşü kitapları Can Yayınları tarafından basılan romancı, dört yıllık bir aradan sonra dördüncü romanını da çıkardı. Bugüne dek hep iyi işlerle karşımıza çıkan Kafka Kitap’ın, ilk Türkçe edebiyat örneklerinden biri olarak sunuldu Karaçam Ormanı’nda. Bu noktada İlker Aksoy’un ve eski editörüm Öykü Özçinik’in çabasıyla adeta “diriltilen” Cahide Birgül’ün isimlerini de anmak lazım... Türkçe edebiyat okurunun, bu vesileyle, Kafka Kitap’ı radarına almasını öneririm. Roman, “Ekim ayının on altısında, PEN International’ın düzenlediği Karaçam Ormanı Buluşmaları’nın üçüncüsüne katılmak için” yola düşen yazar-anlatıcının, söz konusu davet ve yıllar önce terk ettiği ülkesine böylelikle geri dönüyor oluşuyla ilgili bilinçaltı anlatılarıyla başlıyor. Esasında başlıyor demek doğru değil... Zira metnin tümü, yazar-anlatıcının bir zaman sonra karşısında olacak öteki yazarla yer yer konuşup yer yer susarak sürdürdüğü bir tür iletişim anlatısını çağırıyor. Ev sahibi konumundaki kadın yazar, hapse girip çıkmış, bu vasıtayla bir çeşit sürgüne mecbur bırakılmış ve kendini Karaçam Ormanı’ndaki bu sığınakta unutmuş. Issız orman köyündeki bu “remote” yaşamı istenir kılanın yalnızca politik meseleler olmadığı zamanla anlaşılacak ama daha mühimi, yıllar önce dışa-göçmüş davetli yazar ile ev sahibinin kaygı, korku ve heyecanları birbirlerinden çok uzakta duran iki paralel çizgi gibi görünecek.
“Ah bu Karaçam Ormanı, demişti kadın yazar. Ormanda her şey toprağın bir parçası, başlangıcın ve sonun aynı anda var olduğu, hep bir başlangıçlar ve sonlar katmanları. Yapraklar, çalılar, çiçek tozları, her şeyin üzerini örten hafif bir sis bulutu. Orman kendi kendisinin efendisi. Ormanda bizi nasıl bir duygunun sarmaladığını anlayamayız. Hem güvendeyizdir, hem de tehlikelere açığızdır. Zararsız bir hayvan, sözgelimi bir geyik görmek içimizi ferahlatır. Aslında korktuğumuz şey hiç görmediğimiz yırtıcı hayvanlardır.”
İnziva ve kolektif üretim mekânı olarak K. kasabası
Ev sahibi yazarın Witold Gombrowicz saplantısı -herhalde yanlış bir ifade olmayacaktır- bir noktadan sonra romanın ana hatlarından biri haline geliyor. Öyle ki, uzun zamandır ‘yazamadığı’ Gombrowicz hakkındaki kitabın evrenini konuk yazara açıyor. Bir yazarın, henüz bitirmediği kitabından daha mahrem nesi olsun da paylaşsın? Bir “yazara karşı yazar” diyaloğu olarak sürmesini tahmin ettiğimiz metin, okuru, kendi sürgününün izini Gombrowicz’in günlükleri ile sürdüğünü anladığımız kadın yazarla yan yana yürüyen bir kulak olarak yazar-anlatıcının aktarım aracına dönüşerek şaşırtıyor.
Okur nezdindeki bir diğer olası şaşkınlık, romanın hemen başında anlatılan Karaçam Ormanı Buluşmaları’nın detayıyla ilgili. Yazar-anlatıcı, bu buluşmanın sonunda içeride-dışarıda temalı bir metin üretmesi gerektiğinden bahsediyor. Bir de üçüncü bir yazardan... Aralarına sonraki sabah katılacak olan öbür yazar ve ev sahibesiyle bir hafta geçirecek. Anlıyoruz ki, ülkenin “orta batısında” olarak tarif edilen K. kasabası bir inziva ve kolektif üretim mekânına dönüşecek. Gelgelelim, kadın yazarın zihninden taşıp da gelen Gombrowicz’ten başka bir “öbür yazar” belirmiyor. Ve belki de gün bitmediğinden, yani o bir hafta geçmediğinden olacak, okur, elinden tuttuğu Karaçam Ormanı’nda adlı romandan başkaca bir içeride-dışarıda temalı metne rastlamıyor.
“Yazdıklarım yeter, diyorum kendi kendime, anlattıklarım, hikâyelerim, kurduğum dünyalar bir yerlerde kendi ayakları üzerinde duruyor, ama devam edemeyeceğim, diyorum. Sonra ne oluyor biliyor musun? Karaçam Ormanı’nın aslında o kadar da güvenli olmadığı geliyor aklıma. Kuytularındaki o tuhaf işaretlerin sanki bana bir şeyler anlatmaya çalışması kanımı hızlandırıyor, daha fazlasını yapabileceğimi düşündürüyor. (...) Başlangıçta yani Karaçam Ormanı’na ilk gelişimde bir daire çizeceğimi düşünüyordum, yani başlangıç noktasına geri döndüğümde yolculuğum tamamlanmış olacaktı ve ben yeniden, romanım biter bitmez şehre geri dönecektim.”
Fatih Balkış ve kitaplarıyla ilgili yazılan hemen her yazıda Thomas Bernhard’ın adı geçiyor, geçmeli de. Yazarın üslubu, tıpkı öteki kitaplarında olduğu gibi, Karaçam Ormanı’nda da handiyse Bernhard’ın metinleri üzerine bina ediliyor. Fakat bu, çiğ bir “yerel şube” imgesinden çok, hiç tanışmadığı ustasından zanaatını adamakıllı öğrenmiş bir çırağı getiriyor akla. Bir çırak olarak yazar, Yerçekimi’nden bu yana yazdığı her metinde ustalığa bir adım daha yaklaşıyor. Türkçeyi apaçık, tüm imkânlarıyla kullanmanın yanında, zihnin odalarının kapısını birer birer aralıyor.
Yeni yorum gönder