Benimle Emily Dickinson arasındaki ortak nokta ne olabilir? Kelimelere duyduğumuz aşk, kuşkusuz ve belki birkaç şey daha. Mesela toprağı, bitkileri, çiçekleri, küçük hayvanları ve börtü böceği sevmemiz, dahası kendi bahçelerimizi inşa etmeye cüret etmemiz. Benim bahçıvanlık serüvenim yıllar öncesinde kaldı. Emily Dickinson’ınkiyse şiirlerinde ve herbaryumunda, yani müthiş güzel kurutulmuş çiçekler kitabında sürüyor…
Emily Dickinson’a geçmeden önce kendi çocukluğumu ve bahçe hikâyemi anlatacağım size... Macera olsun diye evden kaçıp gün batarken kimsenin ruhu duymadan döndüğüm çocukluk yıllarımda, bütün evlerin bahçeli olduğunu sanırdım. Neden, çünkü şanslıydım; oturduğumuz sakin mahallede bütün evler bahçeliydi, bizimki de.
Evimizin ön tarafında güller ve başka kaprisli çiçekler yetişirdi. Mis kokulu hanımelleri, sümbüller, mevsimine göre kış gülleri, krizantemler. Saati gösterirken zamanın hiç geçmediği hissini uyandıran çarkıfelekler, tarafımdan icat edilmiş en saçma oyun olan “parmak kapmaca”daki oyun arkadaşlarım aslanağızları, yalnız kalmaya tahammülsüz unutmabeniler, bir kâse su karşılığında size en güzel düşleri vaat eden yaseminler. Ayvasından eriğine, şeftalisinden narına meyve ağaçlarıyla ortancalar da vardı.
Arkada, kömürlüğün hemen yanındaki avuç içi kadar işlevsiz alanıysa bana vermişlerdi. Demişlerdi ki, “Burası senin, yeter ki ilgilen, temizle, sev.” Bence “esas” bahçeyi rahat bırakayım, her akşam eve yüzüm gözüm kir pas içinde girmeyeyim diyeydi. Neden, çünkü apartmanın tek çocuğu olarak icat ettiğim oyunlar hep bahçede olmayı gerektiriyordu. Bir dönemimin gözdesi heykel yapmaktı; bütün gün çamur içinde debelenip eğri büğrü şaheserler yaratırdım. İlham kaynağım okuduğum masallardı. Mimarlıkla meşgul olduğumda taştan, çamurdan ve ottan evler, dükkânlar, fiyakalı köşkler hatta parklar yapmaya başladım. Gönlümde mutfak sevgisinin ağır bastığı bir dönem geldi sonra, bahçenin en manzaralı yerinde bir lokanta açtım. Köfteler çamurdan, sebze yemekleri otlardan, tatlılar çiçeklerdendi benim lokantamda.
Oyun alanımı tırtıllarla, kelebeklerle, kuşlarla, kedilerle paylaşıyordum. Büyükler işe gidiyor ve ben her geçen gün bitkiler aracılığıyla doğumu, hayatı, sevişmeyi, mücadeleyi, acıyı, iyileştirilebilir yaraların güçlendirdiğini, iyileşmeyenlerin ölüm getirdiğini, ne ekilirse onun biçileceğini, araya hep ayrık otlarının karışacağını, can sıkıntısına sadece hayatın çare bulduğunu keşfediyordum. Alçakgönüllü bahçem küçüktü müçüktü ama benimdi! Şimdi iyi biliyorum: Bir çocuk, insan icatlarına karşı güçlü olmayı en çok tabiatın içindeyken öğreniyor. Tabiat dedikleri iki karışlık bir bahçeden ibaret olsa bile.
Şair Emily Dickinson’ın da benim gibi bahçede büyüdüğünü yıllar sonra öğreniyorum.
Emily Dickinson ve “baharın güzel çocukları”
Emily Dickinson, botanik eğitimi almaya dokuz yaşında başlamış, bir yandan da bahçe işlerinde annesine yardım ediyormuş. On iki yaşının sonlarında Mount Holyoke’a gitmeye karar vermiş. Okulun kurucusu ve ilk müdürü olan botanikçi Mary Lyon, tüm kız öğrencilerini çevredeki çiçekleri toplamaya, incelemeye ve kurutmaya teşvik ediyormuş. Genç Emily bir herbaryum, yani kuru çiçek albümü hazırlamaya onun etkisiyle başlamış.
Emily Dickinson’ın 66 sayfalık deri ciltli herbaryumunda, hayatı boyunca neredeyse hiç çıkmadığı Amherst bölgesinden toplanmış 424 çiçek yer alıyor. İhtimamla kuruttuğu bu çiçeklerle otları, “baharın güzel çocukları” diye adlandırıyor Dickinson ve sonra her birinin üzerine zarif mi zarif bir el yazısıyla adlarını yazdığı birer etiket tutturuyor.
Eşsiz bir duyarlılık, titizlik ve emeğin ürünü olan herbaryum, bugün Harvard Üniversitesi’ndeki Houghton Nadir Eserler Kütüphanesi’nin bir parçası olan Emily Dickinson Salonu’nda korunuyor. Gelin görün ki, kurutulmuş çiçekler en küçük bir temasta parçalanabileceği için araştırmacıların bu albüme bakmasına ya da dokunmasına izin verilmiyor. Albümün Harvard Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan tıpkıbasım kopyası da çoktan tükenmiş. Neyse ki bir süre önce bütünüyle dijital platforma aktarıldığı için bugün bu nadir eseri tüm güzelliğiyle inceleyebiliyoruz.
Okuduklarıma göre Dickinson’ın bahçesi güzel ve bereketliymiş. Aileden gelen bir tutkuymuş bahçecilik onun için. Annesi -onun da adı Emily- incir ağaçlarına olan düşkünlüğü, önüne gelen yere incir ağacı dikmesiyle bilinirmiş. Abisi Austen da usta bir bahçıvanmış. Şairin bağ bahçe işlerindeki en büyük yardımcısıysa kız kardeşi Vinnie’ymiş.
Emily Dickinson, Mount Holyoke’un ardından dedesinin kurduğu Amherst Academy’ye giderek yedi yıl boyunca Edward Hitchcock’tan bahçecilik dersleri almış. “Tarih ve botanik çalıştım, güzel çiçekler yetiştirdim,” diyor bir arkadaşına gönderdiği mektupta. Otuzundan sonra da aile evinin bahçesini olağanüstü bir yer, âdeta bir sanat eseri hâline getirmiş. Bir aile dostunun yazdıklarına bakılırsa bahçesi zambak ve menekşeden halılarla kaplı gibiymiş, her yer sümbül ve nergis çiçeklerinden oluşan tepeciklerle doluymuş ve taze otların kokuları insanın başını döndürürmüş. Anlayacağınız, şiirlerinde bahçeyle ve bitkilerle ilgili imgelerin bolluğu boşuna değil yani…
Yeni yorum gönder