Ruhunuz... Bu âlemde, hangisi? Yalnız, tek, ayrı, başka, eşsiz, kayıp, yabancı… Çok defa iç sesimiz dış sesimize senkronize olamaz da duyumsarız bu kayıp hallerinden birini. Yalnızlığımız kadar ikna olup yarımlığımıza, asla olmadığımız o zamanı, o mekânı, o insanı ararız. Yahut ait hissetmediğimiz tüm zamanların, mekânların ve insanların tam ortasında “niçin” orada olduğumuzu soran dünyanın en karadelik sorusuyla göz göze geliriz. Öyle tekinsiz, bilinmez ve rahatsız edici bir sorudur ki bu. Ya o karadelik sorunun içine düşecek ya da bildiğimiz ve hep yaptığımız şeylerin konforunu seçeceğizdir. İnsan “niçin”in içine hakikatle düşerse başka hiçbir eylemi yapamaz hale gelir çünkü. Kaçarız o heyulâdan. Bir meczubu kovar gibi öteleriz fikrimizden onu. Kovarız ve hep bildiğimiz o konforlu bölgeye sığınırız. Bazen de ruhumuzun çağrısının peşine düşmeye cesaret edip ait olacağımızı düşlediğimiz “O Belde”ye sürükleniriz. Ruhun ait olduğu yere iltica edişidir bu. Peki ya ait olamadığımız şey zamansa? Şimdiye ait olamadığını anlayan ruh nereye gitsin? Ait olduğu âleme… Ait olduğu âleme gidecek olan düşünün mültecisi, dünyanın müntehiridir belki de.
“Kaba oyalanmalar”
Bazen bir çift göz gibi peşine takılırız bir çift sözün. Zihnimize kazınan bir çift bakış gibi zihnimizde yankılanır o bir çift söz. Nerval’in peşine o bir çift sözün keşfi yüzünden takılmıştım ben de. Üstelik bambaşka bir sokakta. Orhan Pamuk’un en sevdiğim romanı Masumiyet Müzesi’nde: “Fransız şair Gerard de Nerval’in bir kitabını okudum. En sonunda aşk acısından kendini asan şair, hayatının aşkını sonuna kadar kaybettiğini anladıktan sonra, Aurélia adlı kitabının bir sayfasında, bundan sonraki hayatın kendisine yalnızca “kaba oyalanmalar” bıraktığını söyler” dediği yerde. Pamuk, Nerval’e olan ilgisini kahramanı Kemal’e bahşederken bir aşk acısı boşluğundan arta kalan hissi de betimlemiş oluyordu: “Güzelliğinden ya da kendimi çok yakın hissettiğim hareketlerinden ve teninden sızan bir ışık, bana dünyanın gitmem gereken merkezinin onun yanı olduğunu hatırlatıyordu. Geri kalan yerler, kişiler, meşgaleler kaba oyalanmalardan başka bir şey değildi.” Pamuk’un Nerval’e tek göndermesi bu değildir. Nerval’in büyük aşkı Jenny Colon, Masumiyet Müzesi’nin başkarakteri Füsun’un çalıştığı Nişantaşı Şanzelize Butik’te ithal bir çanta markası olacaktır.
Düşün şiddetinde bir yazgı
Annesi iki yaşındayken ölen bu yüzden onun yüzünü dahi bilmeyen, ömrü boyunca tüm kadınların yüzünde annesini arayan ve bu kayıp anne imgesini çağrıştıran kadınlara âşık olan Nerval’in ideal imgesine karşılık düşecek bir yüz çıkar bir gün karşısına. Tombul, anaç görünen ve asla femme fatale olmayan bir tiyatro oyuncusudur bu: Jenny Colon. Nerval bu anaç kadından tıpkı Dante gibi ilahi bir güzellik, tanrısal bir aşk, bir Beatrice çıkarır. Aurélia kitabının mülhimi olur. “Her yerde ölüyor, ağlıyor ve acı çekiyor ölümsüz annenin yüzü” der Aurélia’da; fakat bir bölümünde sevdiği şeyin bir kadın değil bir imge olduğunu da kendine itiraf ederek. Onsuz her şeyi boş görecek denli uzaklara, varılmayana âşık bir ruh, neyse ki ikinci yaşamı olarak gördüğü düşlerinde avunabiliyordu. Düşler onun hem varışı, hem kaçışıydı. Aurélia’da bunu itiraf etmişti: “Yaratığı yaradana yeğledim, aşkımı ilahlaştırdım ve son iç çekişimi İsa’ya adayan pagan ayinlerine uygun bir şekilde taptım.” Bir yapıtına La Boheme Galante (Çapkın Aylaklık) adını veren, Théophile Gautier’le beraber İki Centilmenin Aşk İtirafları diye kitap yazar fakat hiçbir zaman çapkın bir salon beyefendisi olamaz. Nadar’ın portresi de aşikâr edecektir ki o kaybettiği aşkının nişanı yüzünde, hüzünlü bir adamdır.
Kaybolmuş Rüyalar ve Kayıp Aşklar Cenneti
“Ben senin gökyüzüne ait değilim. Beni bekleyenler bu yıldızda. Onlar senin ifşaatından önce vardılar. Onlara katılmama izin ver, çünkü sevdiğim kadın onlara ait ve biz oraya geri dönmeliyiz” diyen Nerval 1800’lerin Paris’inde bir Orpheus ve Eurydike hikâyesi yaşar. Nerval üzerine Türkçede en iyi biyografik kitaplardan birini yazan Erdoğan Alkan, Düş Gezgini kitabında ilginç bir mukayese yapar. Burada ve şimdiye ait olmak istemeyen, ruhu başka zamanlara ait Rimbaud’nun şiirlerinde geleceğe yöneldiği, değiştiremediği yaşamaya eklemlenemediği, Baudelaire’in fizikötesine, alegoriler içinde kaybolduğundan da bahis açarak Nerval’in geçmişe kaçtığını söyler. Mısır, Yunan, Sümer, Roma uygarlıklarına, efsanelere, mitolojilere, masallara saklanır. Ölüler Irmağını aşan Orphe, Filistin Tanrısı Belus, Fenikelilerin Tanrısı Dagon’un oğlu olup; burada ve şimdide asla teskin olamayan ruhunu başka âlemlere kaçırır.
Kalemin şahitliği
Ruhsal problemler, esrar bağımlılığı, olumsuz fiziksel şartların etkisiyle 1841 yılı itibarıyla birkaç kez akıl hastanesinde yatar. Şizofreni nöbetlerinin birinde yatırıldığı hastanedeki doktorlarından Dr. Blanche, Nerval’e düşlerini ve kâbuslarını yazmasını önerir. Bu süreçten sürrealist, o döneme değin benzeri yazılmamış bir metin ortaya çıkar: Aurélia. Kitapta bu süreci böyle geçirir: “Kâğıt verdiler bana ve uzun zaman, öykülerin, dizelerin, bilinen tüm dillerde yapılmış tanımlamaların eşliğinde, dünyanın inceleme anılarıyla ve çabamın daha duyarlı kıldığı ya da süresini uzattığı düş izlenimleriyle karışık, bir tür tarihi yazmaya koyuldum.”
Düşün ardına düşmek
Düş ile gerçeği birleştirip Sürrealizm’i doğurtan, şairliği, oyun yazarlığı yanında seyyah da olan (Nerval’in dünya üzerindeki tüm düşlerin ve masalların peşine düşercesine yazdığı seyahatnamesi de vardır: Doğu’da Seyahat. Hatta kitabın bir bölümünde “Ramazan Geceleri” yazısıyla dikkat çeken İstanbul gezisi vardır) gerçek bir “düş gezgini” olan bu ruh “Yazık! Her şey ölecek demek ben ölürsem!” der. Balzac, Alexandre Dumas, Victor Hugo’larla aynı Paris’te dolaşan, Proust, Baudelaire, Rimbaud, Mallarmé, Apollinaire ve Ahmet Hamdi Tanpınar, Attila İlhan, Cahit Sıtkı Tarancı’ya mülhem olan, Umberto Eco’nun yaza yaza bitiremediği bu ruh; ait olduğu yere, zamana ve ruha erişmek düşüyle belki kendini bir sokak lambasına asar. Cebinde Aurélia kitabının son sayfası olduğu rivayet edilir. (Benzer bir rivayet de Yahya Kemal’in öldüğünde başucundaki kitabın Aurélia olduğunu söyler.) Onu görmeye gelen şairlerin, asılmış bedeni karşısında saygı duruşuna geçtiği söylenir. Polis kayıtlarına geçer gibi yazılmış ölüm haberi bile bir şiirle olur: Ahmet Oktay’ın “Morg Kaydı” şiiri ile. Gerçekliğin kıyısına vurmuş bir ölüm ile rüyalarına sarılmıştı belki de. Onu her ne kadar boynundan tutan bir sokak lambası olsa da, dünya yine de çekiyordu kendine. Hazindir ki bu çekim ile uzaklaştı dünya gerçekliğinden. Uzaklaştı ve kaybettiği tüm rüyaların ve dünyanın tüm masallarının peşinde, düşünün mültecisi oldu.
Yeni yorum gönder