Emin Gürdamur, ilk öykü kitabını, 2017’de, otuz yedi yaşında iken neşretti. İlk kitabına giden yolda uzun emekler verdiği, yazıyı bir hayat memat meselesi yaptığı anlaşılıyor. Ki, 2017’de çıkan Atları Uçurumlara Sürmek ve 2019’da çıkan Herkesten Sonra Gelen kitapları okunduğunda vasat okurun işini çokça zorlaştıracak, künhüne erilmesi zor, kavranılması müşkül metinler yazdığı görülecektir. İşin erbabı ise, bu metinlerin imbiklerden süzülmüş, okunması kişiye zevk veren özellikte olduğunu görecek, yazarın bu zorlu estetiğini takdir edecektir.
Gürdamur’un öykü sanatını her şeyden önce bir dil meselesi olarak algıladığı, her cümle üzerinde uzun uzun düşündüğü, adeta cümle cümle bir koza ördüğü anlaşılıyor. Emin’i okurken İkinci Yeni şairlerini hatırlamamamız mümkün değil. Tıpkı onlar gibi dilin olağan seyrini bozarak yan yana gelmelerine alışık olmadığımız nitelemeleri ve isimleri yan yana getiriyor. Olağan dışı bağlantılar kuruyor. Bunlar için çok çaba sarf ettiği anlaşılıyor. Bu uygulamalarla birlikte, yazarın duygusal bir yoğunluk yakalamaya gayret ettiği, öyküsünün atmosferinde gerilim oluşturacak şekilde, daha çok “sen”li seslenişlerle, kalbimize de hitap ettiği görülüyor. Ancak yazarın asıl amacı hayal dünyasında derinleşmek. Yani Gürdamur bir duygu estetiği değil de, daha çok hayal estetiği kurmayı planlıyor. Bu hayal estetiği, yedeğinde sözünü ettiğimiz alışılmamış bağdaştırmaları taşıyor.
Öykülerin hayal dünyasını alışılmamış bağdaştırmalar sayesinde daha da keskin ve derin kılıyor. Yazarın her iki öykü kitabını da “dikkatle” okumaya çabaladım. Dikkatle diyorum, zira Gürdamur, dünyasına girilmesi zor bir estetik üretiyor. Dikkatinizi bir an bile kaybettiğinizde, neyi okuduğunuz, öykünün neresinde olduğunuz sorusunu cevaplamanız mümkün olmuyor. Yazar işinizi bilerek zorlaştırıyor.
ANLATMA BİR GİZLEME EYLEMİDİR
Bendeniz, “anlatma”nın aslında bir “gizleme”, “anlatmama” eylemi olduğunu defalarca söyledim, yazdım. Dolayısıyla, kolayca anlaşılmayacak metinler yazmaya çabalamak benim için oldukça manidar bir iştir. Gürdamur’un emeğini de bu anlamda çok değerli bulurum. Ancak gerek Atları Uçurumlara Sürmek gerekse Herkesten Sonra Gelen kitaplarında Gürdamur’un bu çabasının öykülerini belirsizleştirdiğini, birbirine çok benzeyen metinler ortaya çıkarmasına sebep olduğunu da söylemek zorundayım. Bunun sebebi çoğunlukla bir hikâye anlatmak niyetinde olmaması ve daha çok estetik ifadelerle güçlenecek bir üslupçu metin yazmak üzere masasına oturmuş olmasıdır diye düşünüyorum. Bütün bu sağlam ve emek verilmiş anlatımın içine elbette ki bir hikâye yerleştiriyor. Ama hikâye daima üslupçuluğunun gerilerinde kalıyor.
Öyküye, yazıya, edebiyata bu kadar büyük bir emek vermişken Gürdamur bir adım daha atmalı: “Artistik üslup” ile “anlatılan hikâye” arasındaki muvazenede ikincisine biraz daha fazla yer vermeli. (“Cazu”, tam da anlatmak istediğimi örnekleyen bir öykü.) Böylece, her iki kitapta da gördüğümüz sorun aşılacaktır: Şimdi, öyküleri birbirinden ayırt edemiyoruz. Yarın kitapları birbirinden ayırt edemeyeceğiz. Bunu aşmanın yolu, dediğim gibi, soyutlamalara, benzetmelere, anlamsal sapmalara verilen önemin anlatılan hikâyeye doğru kaydırılmasıdır. Sanırım bu krizi fark etmiş olan yazar, ilk kitabına oranla ikinci kitabında tahkiyeyi güçlendirme yoluna gitmiştir.
Son cümle: Son senelerde beni bu kadar terleten bir genç yazara rastlamamıştım, Gürdamur’u ortaya koyduğu yüksek estetikten dolayı tebrik ediyorum…
Yeni yorum gönder