Can Yücel’i yazmaya Attila İlhan’la başlamak. Nokta. Aynı yarım cümleyi iki kez daha kurabilir, ikisinde de iki ‘korkulu usta’nın adını anabilirim. Herkesin bildiğini yazıdan niye saklamalı: Biri Edip Cansever, biri Turgut Uyar. ‘Şairler ayakta ölür!’ şiarını acaba kırmızı bir karanfil gibi kasketinin yanına mı iliştirmişti ‘Kaptan’, yoksa biraz kulak arkası mı etmişti ‘bunlar alkolden öldüler’ derken? Niyeyse. Derken sıra niyeyse Can babaya da gelmişti, üstelik ölümünden 5 yıl sonra: ‘Can Yücel sağcıydı, hiç solcu olmadı, baba parasıyla Londra’da fink attı’ da demişti sanırım. Eh sağcı Can Yücel, solcu da Attila İlhan olunca, gazeteler de bunu görmezden gelemezdi haliyle.
Edip ve Turgut beylerin gidişinin ardından, yönettiği Sanat Olayı dergisindeki ‘son yazı’sında, başyazıyı ‘ilk yazı’ olarak değil ‘son yazı’ olarak yazardı o dergide, ‘Kaptan’, niyeyse alkolmetre gibi değerlendirmişti iki ‘çağrılmayan’ı birden. O zaman şair miydik bilmem ama gençtik işte, galiba şairlikten çok gençliğimize dokunmuştu ‘Kaptan’ın ‘Bey’lere giderken ‘su’ atması. Atmasaydı işte! Bir protesto metni hazırlanmıştı, imzalamıştık, ben yetinmemiş bir de küçük yazı yazmıştım. Neredeyse “Olur mu böyle olur mu / şair şairi vurur mu?” kıvamında ve ‘aydınlanmacı’ bir ‘marş’ tadında bir yazıydı.
O hepimizden genç olmuştu olmasına ve sanırım hala hepimizden de gençti ve yine sanırım bütün bunları da yapmasına sebep o damarlarında durmadan yenilenen ‘genç kan’dı. İyi de onlar da aynı mahallenin gençleri olmuşlardı, o yüzden bu uzaklık biraz tuhaf geliyordu bana, bize. Toplumcu Gerçekçi şiir anlayışı, İkinci Yeni, ‘sinemasal imge’yi kendisinin getirmiş olduğunu söylemesi, imge yağmuru, İkinci Yeni’nin gizli babası sayılması, Gerçekçilik Savaşı, İkinci Yeni’cileri ‘ikinci kaçak’lar diye görmesi, Menderes diktasının şairleri diye suçlaması... Herhalde bunlar sebep olmuştu aralarının ölümüne açılması, ezeli değilse de edebi sebeblerdi, fakat Kaptan bunları ebedileştirmeyi kafasına koymuştu anlaşılan.
Can Yücel için ‘sağcı’ dediğinde ise yıl 2004’dü ve sanırım insanın ‘ikinci çocuk’luğunun başlayacağı bir yaştaydı, 79 yaşında. Bu kez doğrudan bana da sormuşlardı ve ben de doğrudan söylemiştim. Can baba için 'O komünist bile değildir. Öyle sağcı bir herifti o zaman. Bir yerden sonra alkolizmin zirvesine çıktı. Ne söylediğini bilmiyordu, saçmalayıp duruyordu. Sanki bir sirkteymiş gibi onu ölünceye kadar ortalıkta dolaştırdılar' diyen Kaptan’a karşı şunları söylemek zorunda kalmıştım: 'Atilla İlhan komünist miymiş acaba? İkisi de sevdiğim şairler. Attila İlhan'a 'kaptan' derler. Ben artık onu sadece o niteliğiyle seviyorum. Diğer yaptıkları beni üzüyor. Can Yücel'in komünist ya da alkolik olup olmadığı Attila İlhan'ın sorunu olmamalı'.
Oluyormuş meğer. O güne değin Attila İlhan’ın yaşamöyküsünü genel çizgileriyle biliyordum. Üniversitede ‘Şairin Yaşamı’ başlıklı seçmeli bir ders vermeye başlayınca, hem Attila İlhan’ın hem de Can Yücel’in yaşamöykülerini ve onları anlatan yapıtları okudum. Daha çok okudum, daha farklı kaynaklardan daha ayrıntılı okudum demek daha doğru olacak. O zaman Attila İlhan’ın liseye giderken ‘komünist’ olarak okuldan atılma belgesinin altında dönemin Maarif Vekili olarak, Can Yücel’in babası Hasan Ali Yücel’in de imzasının olduğunu öğrendim! O ‘genç kan’ dolaşmasını sürdürüyordu, belki de sona doğru daha hızlı akmaya başlamıştı. Bu sözlerinden 1 yıl sonra, 80 yaşında damarlarındaki ‘deli kan’la gitti Kaptan.
Can Yücel’i yazacağım, ama galiba onun ölümünden 5 yıl sonra, Kaptan’ın ölümündense 1 yıl önce ortalığa saçılan bu cümleler, bu kin hiç aklımdan çıkmamış olmalı ki anmadan edemedim.
Benim yaşımdakilerin çoğu gibi ben de önce babasının şöhretini duydum, hem Mevlevi hem Kemalist, hem şair hem yazar, hem de Maarif Vekili Hasan Ali Yücel’di babası ve Türk Rönesansını başlatan kadrodandı. Maarif Vekaletinin Doğu ve Batı Klasikleri adı altında Türkiye’nin okullarına ve kütüphanelerine dağıttığı, yaygınlaştırdığı tam 1249 kitap onun girişimiyle yayımlanmıştı, “Tercüme” dergileri de onun öncü ruhunun ateşlediği erken çıkışlardı. Ve ‘Tercüme Odası’nda çalışanlar da yabana atılır isimler değildi, Orhan Veli’den Melih Cevdet’e, İlhan Berk’e kadar pek çok büyük şair.
Kendisinden önce babasının adını duymuştum, 1973 yılında ise şiirlerinden önce efsanesini, hapishane anılarını, hakkında üretilen fıkraları, aforizmaları, yakıştırmaları. Eh yakışıyordu da. Hapisanede üzümden şarap yapma efsanesi, gerçek olmasa bile, herhalde en çok bir şaire ve şairler içinde de Can Yücel’e yakışırdı. Yakışrmış meğer. Sonradan öğrendik çoğumuz. Onun Sevgi Duvarı’yla(1973) tanışınca. O kitabı okuduğumda çok gençtim, daha onyediydim, o yaşta sevmek için öyle çok sebep vardır ki, her şeyi çok fazla sevmek ve her şeyden çok fazla nefret etmek için değil midir gençlik biraz da, aşk, tutku, nefret, vesaire...O zamanlar en çok kitaba adını veren Sevgi Duvarı şiirini sevmez miydik düşbirliğiyle? Rezil olmak, kötü kokmak da iyiydi ama en sonunda “ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi” değil miydik? Devrimciydik, yalansız yaşardık ve iyiydik. Onu unutmadan elbette, tıpkı Can babanın Güler ablayı sevdiği şiirle dünyayı sevmedik mi bir de? Öyle Bi... şiirinin dünya düğün bitişidir: “Yaşamak düğünse, sen orda gelindin / Seni soydum, Güler, dünyayı giyindim”.
Sonra Birikim dergisiyle ve o dergide Can Yücel’le karşılaşmak. 75’den 80’e. Yalnızca 5 sene ama nasıl bir 5 sene! Yıl 1975 sayı:1 ve Can Yücel’in yazısı: “Birikim nedir?” “Biz bu işi vaktiyle düşünmüştük. Türkiye’nin ana sorunu kültürel ekonomiksel hırboca ve marksistçe bir birikimin kurulmasıydı. Kimi adamlar zannettiler ki Kemal Tarih’den başka tarih yoktur. Bunun karşısına biz Birikim’le çıktık... / Biz şunu düşündük: Türkiye kapalı bir havuz değildir. En azından içinde alabalıklar yaşar... Birikim bir emirdir. Yaşama emridir. Her bir saatte dünyada uçan kuşun ve turnaların nereden gelip nereye gittiğini bilmektir.” Tuhaf bir biçimde, tam karşıtını hatırlatan, çağrıştıran bir metin. Sanki Can Yücel ‘marksistçe bir birikim’i kurgularken, Sezai Karakoç da gençliğinin külliyesinde ‘asr-ı saadete dönüş’ olarak yorumladığı ‘Diriliş’ düşüncesini oluşturmaktadır. İki ‘bildiri’de de dil aynıdır. Sanki kutsal birer metindir ikisi de, ikisinin de ’10 Emir’i vardır yazılmayı bekleyen.
12 Eylül’e Haziran kala, yoksa Mayıs mıydı, ODTÜ’de Öğrenci Temsilcileri Konseyi-ÖTK’nın Kulüpler aracılığıyla düzenlediği etkinliklerde Can Yücel ODTÜ’yü şenlendirecektir. İlk orada gördüm şairi ve “Hayatta Ben En Çok Babamı Sevdim” şiirini de sanırım ilk orada sevdim. ‘Birikim’ dergisi şiir yayımlayan ilk siyasal dergi olarak Can Yücel, Murathan Mungan ve Ahmet Güntan’ın şiirleriyle de gönlümüzde yer edecektir. "Dayılar Dayılanıp Yaylar Yaylandıkça” şiiri de orada mı yayımlanmıştı, bunu en iyi ODTÜ 2. Yurt’tan oda arkadaşım Haldun Süral bilecektir. Çünkü o Birikim’i aldığı gibi Can Yücel’in şiirini bulacak, koşa koşa gelecek, ‘Bak nasıl yazmış’ diye bir de bana okuyacaktır. Ya o “kıçımın fosforuyla aydınlanın siz artık!” diye bitirdiği şiir, nasıl da pırıl pırıl parlayacaktır devrimin bir koşu olarak sürdüğü günlerde, dersliklerde, yollarda, yurtlarda...
Mekanı Datça oldu ya, anısına düzenlenen Can Şenliği’nin dördüncüsüne yetişmiştim 12 Ağustos 2003’de ben de. Giderken de ‘Can’cağzım’ diye bir mektup yazmıştım. O mektubu şenlendirenlerden biri de Tomris Uyar’dır Can babaya dair şu cümleleriyle: “Can’ın o kendini bırakma gibi durumunun altında ciddi bir disiplin, hakimiyet vardı kendine. Öyle Bukowski gibi adamlarla alakası yoktu.” Ben de galiba en çok bu son saptamasından ötürü tutmuşum bu cümleyi, bir daha da bırakmamışım!
Ama tabii Can babanın öyle şiir tanımları da var ki şiirlerini aratmaz: “Tuğlalar, biriketler, çimentolar, hepsi umutsuzluktur. Demirler bile umutsuzluktur. Onların içinden bir umudu bulmaktır şiir. Onu bulmak için yazıyorum ben de...Birdenbire, bütün bu dünyada, deli olan bu dünyada tek akıllığı, uslanmayan akıllığı anlatmaktır şiir...Bir lafım var: Akıl ki en incesi duyuların diye. Şiirde duyularla aklın yan yana getirilmesi gerektiği kanısındayım. Daha incelmiş bir akıl olması gerekir” der. Şiirin bir ‘direnç kahkahası’ olduğunu mutlaka söyler ve kahkaha şöyle patlar: ‘Bence kahkaha çiçekleri yaratmak Baudelaire’in ‘Şer Çiçekleri’nden daha iyidir!’
‘Şarabi Şair’ demişliğim de var, öyle bir mektup yazmışlığım da. Galiba tam da 80 öncesi direniş günlerinde, yanımızda değil, yanıbaşımızda filan değil, aramızda olduğu için, dilimizle de bir rüyayı tatmamıza sebep o şiiri yazıp sesimizde dolaştırdıgı için biraz da. O şiir, sonradan şarkı da olan şiir: “O çocuklar, o yapraklar, o şarabi eşkıyalar/onlar da olmasalar benim gayrı kimim var?” Şiirde ‘kıpkızıl’ olan sanırım şarkıda ‘şarabi’ye dönüşmüştü! İki aynı renk değil elbette, belki de 80 yenilgisinden sonra kıpkızıl olan şarabiye dönüşmüştür, hayır dökülmüştür. Eşkıyadökümü, devrimbozumu, rüyasökümü.
Sonra o ‘Güzel’ kızına yazdığı şiir, babasına ve karısına yazdığı şiirle birlikte, o hem Can baba, hem Can çocuk, hem Can adam gibi çok ‘Can’lı nice sıfatla anılacaktır daha kimbilir? “dün gece senin küçücük elinle yalnız yattık /
yalnız senin küçücük elinle yalnızlık / kandilli ilkokulu kadar kalabalık /
zilleri çaldığında düşlerinin/ sınıfların kapıları ardına kadar açık /
gökyüzünün, denizin, toprağın, hayalle, / emeğin
haklı sınıfları/... /”
Ben de bu ser’çocuk, ser’hoş adam ve ser’şaire bir ‘Zarf’ gönderdiydim son olarak, içinde pul gibi bir şiirle: “Senin hem mektubun hem zarfın / bir cam şişe ki içinde iç - / içe bir sandal bir transatlantik / hem ‘Bizim Deniz’lerde / hem dünyanın yalnızlık sularında/dalgalı, köpüklü, mavi bir Türkçe ile/dümdüz gittin elbette/ve dosdoğru gittin de / kimsenin dümen suyuna girmeden / dümen kırmadan / medarı iftihar motoruyla şiirin/ ‘Can’ı oldun, ‘şarabi’lere baba/ve kıpkızıl o eşkıyalara kaptan!”
Şunu da tekrarlamadan geçemem: “Bu dünyadan namazıyla niyazıyla göçen ‘dini bütün’ olur, kimi de Can baba gibi göçer ‘şarap tütün / şiiri bütün’ olur!”
Haydar bey öncelikle çok güzel bir yazı olmuş.teşekkürler.Ben 25 yaşında bir can baba okuru,hayranı ve şiirinin sevdalısı olarak en çok takip ettiğim şair ile ilgili yazınızda bahsettiğiniz hapisane döneminde üzümden şarap yaptığı ile ilgili bölümü şehir efsanesi olarak değerlendirmemenizi söylemek isterim.çünkü bu olay gerçekten yaşanmış bir durumdur.hatta nebil özgentürk'ün hazırladığı bir yudum insan belgesellerinin Can Yücel bölümünde can baba kendi ağzı ile bu olayı anlatmaktadır.
Yeni yorum gönder