1975-76 olmalı, Ankara’da Sanatsevenler Derneği, küçük Piknik’in yanında, bulvarın üstünde. Yaşı 40’ı geçmiş olan herkes hatırlar, o yaşı ve yolu Ankara’dan geçmiş olanlarsa hiç unutmaz. O yıllarda, “Kültürsüzlüğümüzün Kışı”nı yaşayan her yer gibi Ankara’da da, Tavukçu meyhanesi dışında, Sakarya henüz biracılarla, içkievleriyle dolmamıştır, gidilecek bir tek yer vardır: Sanatsevenler Derneği. Bir de Papazın Bağı vardır, ama niye hiç gitmediysem, yalnızca adı kalmıştır bende, içimde kalmıştır, en çok da geçmişte kalmıştır.
Erkut o zamanlar Londra’dadır, sinema okulunda. Öyleyse şiir, öykü ve elbette en çok felsefe ve dahi siyaset Ömer Ateş’le bana kalmıştır, tabii Ankara da yazıyla, kışıyla ama en çok da güzüyle kalmıştır. Bir şehrin, bir orta şehrin diyelim, iki gence kalması da güz sebebiyledir en çok, çünkü kimse güzü üstüne alınmaz, ama alınganlığının güzden olduğunun da farkına varmaz. Biz galiba kendimizden çok güzün ve Ankara’nın farkındaydık. Ankara, yaprak şehri, yaprak gibi bir şehir, yaprak bolluğu. Gözyaşı yerine yaprak yağıyor sanki ve herkesin ağaçtan bir arkadaşı var, o yüzden bir arkadaşlık, bir yoldaşlık ama en çok da bir yalnızlık duygusuyla bizim yerimize döküyorlar, dökülüyorlar: “Ankara Ankara gazel Ankara”. Güzelin yerine gazel güzden ve Ankara dolayısıyladır. Ankara’nın güzünün de baharının da, keyfinin de acısının da tadını bilenler, hele iki Ankaralı arasında bir tren gibi işleyen bir yazıyı sefere çıkaranlar, zarfın içine mektup yerine pulu koyanlar ve mektubu kendilerine saklayanlar, çünkü Ankara uzun bir mektup yerine yazılan bir şehirdir hala ve sanırım bundan ziyadesiyle hoşnuttur, için o şehirde başlayan hiçbir şey kolayca bitmez, işte bunun için yazıyorum tüm bunları. (Bakınız: Cemal Süreya, ‘o iyi kalpli üvey ana’ dediği Ankara’ya genç bir aşık gibi ne çok gidip gelmiştir. Her seferinde yeniden Ankara’ya gelme duygusunu yaşamak için gitmiştir sık sık.)
Ümmi değil entelektüel sosyalist olmak için, eh Ankara’nın sosyalistleri çoğunlukla öyledir, şiirden edebiyata, sosyolojiden felsefeye, Osmanlı’dan ATÜT’e her şeyi okuyoruz. Sanatsevenler’de 1 hafta sürecek Felsefe Günleri başlıyor, sanırım akşamüstleri yapılıyor oturumlar. Mevsim güz, ki bu, mevsim Ankara, demekle aynı şey sayılır bir bakıma da. Felsefe bilgimiz o yıllarda Macit Gökberk’in Felsefe Tarihi, Aristo’nun Platon’un Türkçe kitapları ve elbette Marksist felsefe kitaplarıyla sınırlı. Ne Heidegger biliyoruz ne Foucault. Tabii Varoluşçuluk üstüne çıkan bir kaç kitapla, Sartre, Camus kitapları da var.
Sanatsevenler birkaç merdivenle inilen bir küçük kulüp. Ön sıralarda Nusret Hızır var, o sevimli haliyle, henüz genç güzelliğiyle İoanna Kuçuradi var, Oruç Aruoba var mı, emin değilim, Bilge Karasu var mı? Ama iki şair var, bizim oturduğumuz en arka sıradaki koltukların da arkasında ellerinde rakı bardaklarıyla ayakta duruyorlar, ve kendi aralarında konuşup fısıldaşmaları, sık sık ön sıralardan asıksuratlı bakışların, soran gözlerin muhatabı oluyor, kısacık susuyorlar, sonra daha uzun bir bakışla karşılaşmak üzere sürdürüyorlar fısıldaşmayı. Ve ön sıradan bir genç kadın zaman zaman arkaya geliyor, şairlerden daha genç olanıyla usul sesle konuşuyor. Hepsini biliyorum, hepsi aklımda, adları da aklımda, şairler Hasan Hüseyin ve Metin Altıok, genç kadınsa Füsun Altıok. 30’lu yaşlarındalar, Metin Altıok o zaman benim için hem Gezgin, hem Yerleşik Yabancı, ve elbette en çok sevdiğim şairlerden. Saçları sanki briyantinli gibi parlak ve arkaya yatırılmış, sözleri ve gözleri rakıya yatırılmış, bir ünlem desem, o kadar uzun boylu değil, bir çizgi gibi, sigarasının dumanında göğe giden, rakısının buğusunda yola düşen, belli belirsiz, saydam, yok gibi duruyor daha o zamandan. Şarin ‘yok gibi’ duruşu o zamandan kalmış aklımda. Ama yalnızca aklımda kalmış. Keşke biraz da bende kalsaydı! Kalsaymış! Hayran hayran bakıyorum şaire. Bir-iki yıl sonra tanışacağız. Görüşmeye başlıyoruz demeye kalmadan o Bingöl’e gidiyor. Son görüşüm de herhalde o günlerde Remzi İnaç’ın Zafer Çarşısındaki Toplum Kitabevindedir.
Evlerine ilk gidişim hangi yıldı hatırlamıyorum. Kediden korktuğum yıllar olduğu muhakkak. “Sonradan Sevme” yazımda anlatmıştım bunu: “Ankara’da üniversite öğrencisiyken, şimdi sonsuzluğa yürüyen, ondan hep övgüyle ve hayranlıkla söz etmek isterim, şair Metin Altıok’u görmeye evlerine gitmiştim bir yaz günü, o zamanlar Füsun (Akatlı) ile evliydi. İkram ettikleri çayı tam içmek üzereydim ki birdenbire kucağıma bir şey kondu. Bahçeye çıkan evin kedisi yüksek ağaçtan geri gelip salonun açık kapısından girerek, belki de bu konuğun pek ‘kedisever’ olmadığını hissettiği için, belki de hoş geldin niyetine, artık kimbilir, kucağıma sıçrayınca çay fincanı bir yana, ben bir yana ggitmiştik. Umarım Füsun Akatlı bu mektubu okur ve benim bir yıldır iyi ve çok ‘kedisever’ biri olduğumu da şaşkınlıkla öğrenir.” Tek çocukları olan Zeynep de o görüntünün içinde, küçücük bir kızı ve onun şaşkınlıkla gülmek arası yüzünü hatırlıyorum o yaz gününden. Zeynep Altıok sonra bir yazısında o kedileri andı: “Kedilerimiz hiç eksik olmadı bizim. Ankara’da Berduş’umuz. Çocuklar İdris’imiz Nigar’ımız.” Adının ‘Berduş’ olduğuna bakılırsa belki de oydu, hem ev hem sokak hem de ağaç kedisi!
O zamanlar Ankara bir Edip Cansever şiiri gibiydi, ‘istasyonların Nazilli koktuğu’ gibi. Tomris Uyar’ın öyküleri, Bilge Karasu’nun anlatıları ve Edip Cansever’in şiirleri kokardı Ankara. En çok da Füsun’un evinde, sözlerinde elbette. Füsun İstanbul’a gitmiş olurdu, orada Edip, Turgut, Tomris’le buluştuklarını anlatırdı ya da Tomris Uyar Ankara’ya gelmiş olurdu. Füsun anlatırdı, biz dinlemeye doyamazdık. Rakılar, votkalar, meyhaneler, şiirler, yazılı ve yazısız günler... Tomris Uyar’ın günlüklerinde geçer, Hisar’daki Avcı’da içerlermiş maaile, ufacık bir yermiş. Bunları bir gün Füsun’a soracaktım!
Edip Bey ölünce ‘Füsun Reis’ bir yazı yazmıştı sevgili kaptanının ardından, ‘seni bir viran bağlara götürmedim’ diye üzüntüsünü bildiriyordu. Füsun evet Ankara’ya da çok yakışıyordu ama sanki o İstanbul’un sayfiye semtlerinden, Suadiye, Erenköy’den, şiir, felsefe, devrim aşkına bozkıra, bir yeraltı şehri de sayılabilecek Ankara’ya kaçmış bir yaz kızıydı, bende hep o esintiyi uyandırır, hep o incecik rüzgarıyla burnumu sızlatır. İstanbul’un yaz kızı, Ankara’nın güz kızı olarak hem delişmen, hem de içli kalmıştır. Tıpkı yazısı gibi. Kim eleştirmen diyebilir ki Füsun Akatlı’ya yalnızca? ‘Denemeleştiri’ yazıyordu Mehmet H. Doğan’ın son kitaplarından birinin altbaşlığında. Aslında bir o kadar Füsun’un yazılarını da tanımlıyordu bu kavram. Yine de Füsun’un yazdıklarında şiire de, öyküye de kaçacakmış gibi yerinde duramayan ya da oradan geldiği belli olmasın diye kılık değiştirmiş gibi duran pek çok cümle, dize vardır, yok mudur? Çok geçmiş zaman önce, Selim İleri bir yazısında mı söylemişti onun için, ‘aslında senin gizli gizli şiir yazdığını düşünüyorum’ diye. Sonra da ben bir gün sormuştum ona doğrudan ‘şiirlerini ne zaman yayımlayacaksın?’ demiştim. Kısa ve net: ‘Yok öyle bir şey’ demişti. Sohbetinin lezzeti kadar kesinliğinin, netliğinin tadı da bilinirdi. Niçin Diyalektik?i okumuştum ilk, sonra da Yaz Başına Neler Gelir’i.
Felsefeden öyküye, şiirden denemeye ve elbette aydınlanmaya, ülke sorunlarına dair her konuda yazdı, ama kendini hepsinde de bir ‘kenar süsü’ olarak gördü ve öyle yazdı, onu da yazdı: “Küçükken, yazdığımız her sayfanın soluna kenar süsü yapardık. Çiçekler, yapraklar, dallar, sarmaşıklar./.../ Önce bir burkuntu, sonra derin bir acıyla, hep kendi yaşamımın marj çizgisinden yazılı sayfalarıma taşmakla taşmamak arasında ürkek bir kararsızlığı süreğenleştiren bir kenar süsü olarak kaldığımı duyumsayıveriyorum.” Sonra da ‘kenar süsü’ kalmaya karar verdi, ‘parlak ve sıcak’ ve alabildiğine içirenkli, dışırenkli bir kenar süsü: “Öyleyse ben artık gizli mürekkeple çizilmiş, mum alevine tutulunca yazının ta içlerine sokulduğu görülen, sayfa sararınca belki biraz daha belirginleşen, suya düşünce göveren, ama başka zamanlar yine hep yerli yerinde kalan bir kenar süsü olayım bari. Yoksa...Olmayayım mı?”
Darbe, darbeler, yollar, şehirler derken Ankaralar İstanbullar oldu, Füsun’la bu kez bir reklam ajansında buluştuk, Ajans Ada’da. Ayrı odaların, ayrı müşterilerin yazarlarıydık, ben öğlen dışarı çıkarken, o kimbilir kaçıncıyı yaktığı cigaralarına bir yenisini ekleyerek, açık olan transistörlü radyosundan bir türküye, demek ki bir sevince, bir kedere, bir yaza, bir güze daha hazırlardı kendini, gönlünü, içini. hatıralarını, zamanını. Füsun Akatlı’yı 30 yıl tanıdım, sonra jüri üyesi olduğu yarışmalardan ödüller aldım, birlikte jüri arkadaşlığı yaptık, en son Metin Altıok ödülünün ilki Üzgün Kediler Gazeli adlı kitabıma verildiği zaman, ödül akşamı gittiğimiz Yakup’un terasında uzun uzun rakılar, sigaralar içip sevincimizden konuştuyduk. Çoktur rakı içerken görmemiştim onu ya da birlikte içmemiştik. Bir kez daha andım, Hilmi Yavuz’un yitirdiği yakın arkadaşlarının ardından bir mısra-iı berceste gibi yazdığı “o şimdi bir yaz denizi gibidir” içliliğini, Hilmi Hoca’nın izniyle, çok sevdiği Füsun’a yakıştırıyorum, ama biraz değiştirirerek ‘ o hep bir yaz kızı gibidir” diyerek ve onu en çok bir reklam ajansında, herkesin o zamanlar Tom Waits ve caz dinlediği bir ortamda transistörlü radyosundan türkü dinlerkenki mutluluğuyla hatırlıyoruum: “Bir Füsun gurbete gitse...”
Yeni yorum gönder