Yazının hatta sanatın kendisinde var olan gerilimin kaynağı bir “yanıt yokluğu” olarak yüzleştiğimiz ölümdür belki. Yazarak da yaşayarak da riske attığımız şey, yaşamın ta kendisidir. “Hikâyeler ancak onları anlatmasını bilenlerin başına gelirler” çünkü…
Yaşamın ta kendisi olduğu için mi yazdığını yoksa bizzat yazdığı için mi yaşamla bağ kurduğunu bilemez yazan kişi. Bir şey konuşturur onu, fakat nedir o şey? Beşiğinde dile gelen İsa gibi, daha doğar doğmaz talihin nasıl işlediğinin gizli bilgisini anlamaya yazgılıdır sanki. Bilgedir, budaladır, trajik ve gülünçtür. Ve sırf bu yüzden usta bir “yaşam acemisi” olup çıkacaktır.
Onun yaşantısı, gündelik yaşamın sıradan, tarihinse debdebeli sahnesinden epey uzağa düşer. Önce mağara duvarlarında sonra kil tabletlerde, dikili taşlarda, yüzülüp tıraşlanmış hayvan derilerinde, parşömenlerde, ciltler arasında ağartılmış sayısız sayfada beliren harfler, bu “talihli” çocuğun gördüğü düşlerden daha başka nedir? Uykusundan son saatinde uyanmış gibi gezinir yeryüzünde. Yaşamını boydan boya yarıp ayıran bir yara izinin gölgesinden yürür. Ölümdür asıl meselesi. Her an ölecekmiş gibi yaşadığından, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayabilenlerin azmine, iştahına imrenir. Yaşamaktan vazgeçenlerin dehşetine kapılır ve zamanla kendi yaşamının seyircisi olup çıkar. Bu seyir ona bir başka dil daha bahşeder. İnsanı ve eşyayı adıyla çağıranların kendi seslerine hapsolduklarını keşfettiğinde kendi sesinin/dilinin dışına çıkar. Böylece onun konuştuğu yerde, Blanchot’nun deyimiyle, yalnızca varlık konuşur.
Ölüme yazgılı oldugunu bilerek yazmak
Belirsizlikle dolu bir dünyada tek kesinlik: Ölüme yazgılı olmak. Litvanya asıllı düşünür Emmanuel Levinas’a göre insanı dehşete ya da kaygıya iten ölüm fikri ilk olarak bir başkasında deneyimlenir. Bir başkasında, yine bir başkasının yokluğu olarak tecrübe edebileceğimiz ölüm, bizim kendi yokluğumuz hakkında pek bir şey söylemez. Hastalıkta ya da korkulu düşlerimizde yaklaşabiliriz ona en fazla. Fakat ölümü bir başkasına uğramışken ya da bize çok yaklaşmışken görmenin tesiri başkadır.
Goethe için, “Hayatın tükenişini kendi şahsında kabullenmek istemeyen bir hayat adamı” ifadesini kullanır Alman filozof Hans Blumenberg. Onun Genç Werther’in Acıları gibi kült bir eser var edecek kadar ölümle ve intihar olgusuyla ilgilenmesinin ardında bir “hayat adamı” olmasının payı büyüktü kuşkusuz. Hayat, ölümü gerçekten anlamışlarca doğru yaşanır tezini bir kez daha düşünelim. Goethe, bir tarihte, Berlin’deki bir dostundan, Karl Friedrich Zelter’den, en büyük oğlunun intiharını dinleyip çok etkilenmiştir. Genç adam, yerine getiremeyeceği bir evlilik vaadinin ağırlığından kurtulamayınca vurmuştur kendini. Yazı masasında açık kalan kitapta Schiller’in şu satırları yankılanır: “O halde kurtuluş yok mu? Bir suç sayesinde bile mi? -Yok!”
Goethe’nin bu intihardan fazlaca etkilenmesini yalnızca basit bir duygudaşlığa ya da “yaşam böyledir” diyerek ibret alan birinin derin ürperişine benzetmek sahiden kolaycılık olurdu. Zelter’le mektuplaşmalarından da anlaşılacağı üzere Goethe’yi asıl etkileyen şey, bir tehlikeyle karşılaşmış, ölümle yüzleşmiş ve karaya oturmuş olanların başlarından geçeni sonradan anlatma tarzıdır. Bu onun yaşama rağmen ve yine yaşam için yazma cüreti göstermesinin asıl sebebidir aynı zamanda.
Sahiden de yaşamın sağlaması yine ve ancak ölümle yapılabilir. Otomatik Portakal romanıyla tanıdığımız Anthony Burgess’e 1959 yılında tedavi edilmesi mümkün görünmeyen bir beyin tümörü tanısı konmuştur. Doktorlar bir yıldan daha az ömrü olduğunu söylerler ona. Burgess telaşla masasının başına geçer, on iki aylık bir zaman diliminde beş buçuk roman yazıp bitirir. Fakat bir senenin sonunda talih küçük şakasını açık eder. Burgess’e yanlış teşhis konulduğu ortaya çıkar. Son saatlerini yeryüzünde tatmadığı tek bir lezzet bırakmayana dek iştahla geçirmeyi düşünmez Burgess. Endişesine yenilip ölüme erkenden atılmayı da geçirmez aklından. Tek yaptığı durup dinlenmeksizin yazmak olur. Ölüm, yaşamın asla veremeyeceği şevki verir ona.
Yalnız ölüm değil, bizim varlığa ve bir şekilde kendi benliğimize tutunma çabamızı sekteye uğratan çoğu şey, mesela azımsanmak, hakir görülmek, incitilmek, idamla yargılanmak, sürülmek, hepsi benzer bir tesir doğurur yazan kişide.
Babasının ticari beklentilerini karşılayamadığından kendini yetersiz hisseden Kafka ya da sırf Budala isimli bir roman ısmarladığı için annesinden “Kitabın adıyla ne kadar da benzeşiyorsunuz!” gibi müstehzi bir azar işiten Flanery O’Connor, bir idam mangasının karşısında infaz için sırasını bekleyen Dostoyevski, cemiyetin ve kadınların nazarını dilediği gibi çekemeyen Tanpınar ve nicesi… Azımsanmak, anlaşılmamak, sürgün, hastalık, kumar borcu, savaş, yalnızlık, merak, ölüm... İnsanı yazmaya sevk eden şeyler aynı zamanda en çok kaçındığı şeyler olur. Bir romancı, bir şair, bir filozof yaşamın en coşkulu anının hemen ardından delirmek, yapayalnız yaşamak, kurşuna dizilmek gibi korkunç bir trajedinin gelebileceği ihtimalini düşünmeden edemeyen kişidir.
“Ve tüm gemici ve balıkçı hikâyeleri de böyledir işte. Gece bastıran fırtınanın ardından tekrar sahile kavuşulur, iliklerine kadar ıslanmış kişi kurur ve güneş ertesi sabah parıldayan dalgaların üzerinden bir kere daha yükselirken, denizin incir iştahı yeniden kabarır.”
Felaketler; ciddiyetten bütünüyle yoksun olanları, sonsuzlukla ilişkisinde ihmalkâr davrananları, ötekinden ve dolayısıyla kendinden sorumlu olmaktan bir şekilde kaçıp duranları nasıl tekrar tekrar hizaya getiriyorsa, yazarın yaşam karşısındaki değişmez hizası da tam olarak budur. O, bir öteki olarak deneyimlediği felaketlerin eşiğinde yaşamın biricikliğini yeniden kavrar. Öte yandan hem tetikte hem de dehşettedir. Sadece birinin yokluğuyla değil gerçek bir “yanıt yokluğu”yla da yüzleştiği için, evet belki sırf bunun için, sessiz kalamayan kişidir o.
İncir iştahı
“Hikâyeler ancak onları anlatmasını bilenlerin başına gelirler.” Fakat felaket dilsizleştirebilir de. İnsan, eriştiği anlamın içinde donup kalabilir ve onu açıklayamayacak kadar koyu bir sessizliğe bürünebilir. Yazmaya yönelen kişiyi sessizliğin içinde donup kalmaktan, aklını yitirip sayıklamaktan kurtaran şeylerden biri Kierkegaard’ın da sözünü ettiği “tekrar”dır. Yani yaşamın ciddiyeti. Yukarıdaki pasajda, Goethe’nin Genç Werther’in ağzından dile getirdiği hakikat. Fırtınadan sonra durulan deniz. İliklerine dek ıslandıktan sonra kuruyan kişi. Her karanlığın ardından bir daha ve bir kez daha yükselen güneş. Peki, nedir bu incir iştahı? Goethe, antik bir meselden almıştır bu imgeyi. Hikâyeye göre Sicilyalı bir adam kâr amacıyla çıktığı bir deniz yolculuğunda incir yüklü gemisiyle alabora olur. Şansı yaver gider ve hayatta kalır. Aradan bir süre geçtikten sonra aynı adam yine kumsalda oturmuştur. Önünde uzanan sakin ve uysal denizi seyrederken içinde yeni bir yolculuğa çıkmak için kuvvetli bir istek duyar. Fakat ölümün kıyısından döndüğünü hatırlayıp yaşadığı acı deneyimi tek bir müstehzi ifadeye sıkıştırır: “Ben senin ne istediğini biliyorum, incir istiyorsun sen.”
Bu imgeyi 4 Şubat 1781 tarihli isimsiz bir şiirinde “akşam kızıllığında uzanan sakin bir denizi” tasvir ederken bir kere daha kullanır Goethe: Gene incir isteyen denize dönüyorsun. (Zurück ins Meer, das wieder Feigen will.)
Yazdığı bir mektubunda uzak diyarlara gitmek için duyduğu derin sabırsızlığı yine aynı imgeyle betimler: “Yeniden eve döneceğim bir zaman gelebilir. Şimdilik ‘Deniz incir istiyor!’ diyorum hâlâ ve yoluma gidiyorum.”
Yazının hatta sanatın kendisinde var olan gerilimin kaynağı budur belki. Yaşamın özü olan muhtemel bir tekrarın ele avuca sığmazlığı, bir “yanıt yokluğu” olarak yüzleştiğimiz ölüm ve içimizde bir deniz gibi kabarıp duran incir iştahı: Yazarak da yaşayarak da riske attığımız şey, yaşamın ta kendisi.
Öldüğü gün Van Gogh’un cebindeki pusulada yazanlar, ressamın bu hakikati sezdiğine dair bir delil sayılamaz mı? “Doğrusu, eserim uğruna hayatımı riske attım ve akıl sağlığımın yarısı onun içinde eridi gitti...”
Yeni yorum gönder