Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bir Veda Mehtubu: 24 Frames



Toplam oy: 175
24 Frames, vizyona girdiği 2017’den bu yana bir kenarda unutulmaya terk edilmiş büyük bir filmdir. Abbas Kiyarüstemi bu filmle kendisinden sonrası için aşılamaz bir örnek ortaya koymuştur. 24 Frames bir veda, yönetmenin kendisi için bir ağıt, hayata lirik bir son bakıştır.

“Resim sanatı mağara devrinden beri düşüşte.” Geçen yüzyılın en büyük ressamların biri olan Joan Miro’nun bu aforizması sevimli bir taşkınlık; bir esrime ve coşku anında söylenmiş yüksek bir cümle olarak anlaşılabilir. Joan Miro ve onun döneminin yaratıcı radikalizmini dışa vuran bu kabil cümleler küstahlıktan uzak bir deha gösterisidir. Ayrıca diğer yönüyle retorikteki zarafet hakikati gizleyecek kadar göz kamaştırıcıdır. Resim sanatı mağara devrinden beri düşüşteyse o ilk örnek, benzersiz ve tekrar edilemez olan prototip, modern çağın sakinleri olarak bizleri kadük ve yetersiz bırakan şey ne olabilir? Biyolojik, sosyal ya da teknik anlamda tekâmül, sanatın primitif doğasındaki yaratıcı gücü bir ilerleme ve olgunlaşma mesafesine taşımıyor.

 

Konuyu, 2016 yılında yitirdiğimiz Abbas Kiyarüstemi’ye ve onun son filmine getirmek istiyorum. Zira Kiyarüstemi’nin filmlerinde hayatı ve hakikati böylesine derin, sahici ve ilkel bir tutkuyla hisseden bir büyük sanatkârın izlerini görmek mümkündür. Teknik çılgınca bir ilerleme ve gelişme gösterse de nihayetinde elimizde kalan tek doğru; gökyüzüne, yıldızlara, rüzgâra, ağaçlara, yağmura; insana ve insanın birbiriyle kurduğu karmaşık ilişkilere metafizik bir ilgiyle yaklaşan, şaşkınlık, hayret ve merak içindeki “ilkel” insanın şaşmaz ferasetidir.


Unutulmuş bir başyapıt

24 Frames, vizyona girdiği 2017’den bu yana bir kenarda unutulmaya terk edilmiş büyük bir filmdir. Abbas Kiyarüstemi bu filmle kendisinden sonrası için aşılamaz bir örnek ortaya koymuştur. 24 Frames bir veda, yönetmenin kendisi için bir ağıt, hayata lirik bir son bakıştır. Kiyarüstemi’nin diğer filmleri gibi o da kutsala dokunur ama metafizik zorlamaların uzağındadır; ahlakidir ama ahlakçı değildir, estetiktir ama asla plastik bir etki bırakmaz. Kendi coğrafyasının hikâyelerini sadeliğin görkemli güzelliğiyle anlatır. “Hikâyelerimin temelini gerçek hayatın oluşturduğu ve filmlerimin itici gücünün de bu olduğu, sokaklarda yürüyen sıradan insanların bana ilham verdiği doğru. Tetikte beklediğim, etrafımda olan bitene odaklandığım kadar icat etmem, bunların ardından harekete geçerim ve olayları kameranın önünde oynanacak şekilde düzenlerim. Çiçek yetiştirmeyen yalnızca düzenleme yapan bir çiçekçi gibiyim.”* 24 Frames, Kiyarüstemi’nin yıllar içinde çektiği fotoğrafları ve bazı meşhur tabloları kullanıyor. “Sanatçının bir sahnenin gerçekliğini tasvir etmeyi ne ölçüde amaçladığını her zaman merak etmişimdir. Ressamlar, öncesi ya da sonrası ile ilgilenmeden gerçekliğin sadece bir karesini ele alırlar. Ben, 24 Frames üzerinde çalışmaya ünlü tablolar ile başladım fakat daha sonra onları yıllar boyunca çektiğim fotoğraflar ile değiştirdim. Yakaladığım her görüntüden önce veya sonra gerçekleşmiş olabileceğini hayal ettiğim dört buçuk dakikalık kesitleri de filme dâhil ettim.”
Film bu açıklama ile başlıyor, ardından Bruegel’in Kardaki Avcılar tablosu ekrana geliyor. Aynı tablonun sinema tarihinde birkaç önemli yönetmene de ilham verdiğini biliyoruz; Lars von Trier ve Tarkovski en bilinenleri.

Çerçevenin dışına bakmak
Kiyarüstemi, filmografisinde zaman zaman deneysel denebilecek yeniliklere yer verse de 24 Frames tümüyle sinemanın sınırlarını zorlayan bir film olarak öne çıkar. Çerçevenin dışına bakarak hayal etmenin, donmuş anlara yeniden hayat bahşetmenin, kadrajda taşlaşan zamanı bazen geriye ve bazen de ileriye iterek hayatı yeniden şen şakrak bir şölene ya da nefes alıp veren kaotik bir dinamizme zorlamanın hikâyesidir bu film. 24 Frames bir yanıyla konvansiyonel sinema tecrübesinin çok ama çok uzağında bir yerde duruyor. Fakat diğer taraftan; teknik, görsel ve estetik bileşenleriyle örneklerini çok az görebildiğimiz yenilikçi bir film olarak onu nereye koyacağımıza dair bir şaşkınlık yaratıyor bizde. Abbas Kiyarüstemi’nin bir grup sinema öğrencisiyle paylaştığı anekdot 24 Frames’in temel çıkış noktasını; yönetmenin hayata ve sanata bakışını gayet güzel bir şekilde özetliyor.
Hikâye Balzac’la bir ressamın karşılaşmasını anlatıyor. Balzac ressamın tablosunu inceledikten sonra arka planda, esas odak noktasının uzağında yer alan küçük bir eve işaret ederek sorar, “Burada kaç kişi var?” Ressam cevap verir, “Bilmiyorum, altı ya da yedi.” “Peki, bir aile mi?” “Muhtemelen, evet bir aile.” “Peki, kaç çocukları var?” Ressam, “Üç” diye cevap verir. Balzac devam eder, “Kaç yaşındalar?” “Sekiz, on, on iki olabilir.” Ressam soruların bunaltıcılığına dayanamayarak, “Mr. Balzac bu sadece resmin arka planında duran bir ev. Orada kaç kişi yaşadığı önemli değil, bu detayları bilmiyorum” der. Balzac, “Böyle şeyleri önemsemediğini biliyorum, o evde kaç çocuk yaşadığını, ön bahçede kaç tane horoz olduğunu, annenin akşam yemeği için ne pişirdiğini, babanın büyük kızının çeyizi için parasının olup olmadığını bilmediğin belli. Bunu biliyorum çünkü bacadan duman tütmesine rağmen buna inanmıyorum. Gözüme gerçekçi görünmüyor. Eğer bu soruların cevaplarını bilseydin çok daha iyi bir resim olurdu bu.” Kiyarüstemi, burada özetleyerek naklettiğim hikâyeyi anlattıktan sonra konuşmasını şöyle sonlandırıyor: “Yönetmen olarak kimse hiçbir zaman fark etmese de çerçevenin dışında neler olup bittiği gibi detayları bilmemiz gerekir.” **
Bir veda mektubu
Ve 24 Frames’in son karesi, öylesine manidar ve etkileyicidir ki, yönetmenin imzasını taşıyan son bir veda mektubu gibidir. 24. kare tamamlandığında film bitecektir. 24. karede bir kurgu masasında bilgisayarın karşısında belki yorgunluktan belki rehavetten uyumakta olan biri vardır. Hayat kendi kuralları içinde bazen huzur veren ahenkle bazen delidolu bir hırçınlık içinde akıp giden ve nihayetinde birbirine bağlanan parçalardan oluşan bir kurgudan ibarettir. Hatta kurgunun kurgusundan ibaret.
*Abbas Kiyarüstemi ile Sinema Dersleri, Poul Cronin, Redingot
Kitap,2017, sayfa:19
** A.g.e. sayfa: 14

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.