Ian McEwan, günümüz İngiliz edebiyatının en önemli adlarından. Romanları ve öyküleri sinemaya en çok aktarılan yazarlar arasında. Öyle ki McEwan’ın sinematografik açıdan zengin kitaplarından uyarlanan bir iki filmi görmüş bile olabilirsiniz. Sözgelimi ilkgençlik yıllarımda izlediğim ve oldukça etkilendiğim 1993 tarihli Andrew Birkin imzalı Cement Garden adlı sarsıcı filmin, McEwan’ın aynı adlı romanından uyarlandığını çok sonra öğrenmiştim. (Kanal E, şimdiki CNBC-e bu filmi sansürsüz yayımlamış, sonra da bir gün kapatma cezası almıştı.)
McEwan’ın küresel ısınma ve iklim değişikliği konusuna odaklanan son romanı Solar’ın Mart ayında yayımlanmasından kısa bir süre önce, ilk romanı Beton Bahçe’nin (Cement Garden, 1978) Sel Yayıncılık tarafından Türkçeye kazandırılması hoş bir rastlantı oldu.
McEwan’ın cinsel ve psikolojik öğeler barındıran ve sıklıkla yeniyetmeliği anlattığı erken dönem kitapları gotik edebiyata göz kırpıyor âdeta. İlk Aşk, Son Törenler (First Love, Last Rites, 1975) ve In Between the Sheets (1978) adlı iki öykü kitabı ile Beton Bahçe’de yeniyetmeliğin sorunlarına, saplantılarına, masumiyetin yitirilişine, cinselliğin keşfine; Yabancı Kucak’ta (The Comfort of Strangers, 1981) evli bir çiftin cinsellik ve şiddetle örülü ilişkisine odaklanıyor.
1980’in ortalarından itibaren bilimi, tarihi olayları, güncel sorunları da harmanlayan bir roman anlayışına yöneliyor McEwan. Başlangıçta gözde yazarının Kafka oluşu ve The Child in Time’ı (1987) yazdığından beri en çok bilimdeki rönesans hareketinden aldığı etkiler romanlarından izlenebiliyor. Kendisi son yazdığı romanlarını “toplumsal hiciv” olarak niteliyor.
Beton Bahçe’de hikâyenin anlatıcısı ve baş karakteri Jack on beş yaşında. Karakteristik yeniyetme davranışlarında; kişisel temizlik yapmayı reddeden, annesinden, “yerine koymak için bir litre kan gerekiyor” uyarısını alacak kadar mastürbasyon yapan bir genç. Anne babası, ablası Julie, kız kardeşi Sue ve erkek kardeşi Tom ile birlikte, İngiltere’nin adı verilmeyen bir şehrinin kenar mahallelerinden birinde, eski bir evde yaşıyor.
Romanın daha ilk cümlesiyle Jack’in çarpık zihnine giriş yapıyor okur: “Babamı ben öldürmedim ama işini kolaylaştırdığını hissettim zaman zaman.” Beton bahçeyi yapmasına yardımcı olduğu babası kalp krizi geçirerek ölürken, Jack tuvalette kendi fiziksel ve cinsel gelişiminde bir dönüm noktası yaşıyor. Anneleri de, babalarını kaybetmelerinden birkaç hafta sonra sözü edilmeyen bir hastalıktan yatağa düşüyor ve ölüyor. Çocuklar yetimhaneye gönderilmekten, evlerinin boş arsadaki yağmalanmış evlerden birine dönüşmesinden ve ailenin iyice parçalanmasından korktukları için, annelerinin cesedini bodrum kattaki teneke sandığa koyup üstünü çimentoyla kaplıyorlar.
Hikâyenin bundan sonrasındaysa, her biri, yetişkin dünyasındaki sorumluluklarıyla ve deyiş yerindeyse ‘alın yazıları’yla baş etmeye çalışıyor. Sue kitaplara gömülüyor ve anneleri olmadan geçen günlerin günlüğünü tutuyor. Tom kız kıyafetleri giyip gün boyunca dışarıda oynamaktan, geceleri de küçük bir bebek gibi ablalarının kucağında başparmağını emerek uyumaktan hoşlanıyor. Julie erkek arkadaşı Derek ile zaman geçiriyor. Jack ise iç dünyasında olduğu kadar dış dünyasında da yalnız. Bir yerde kardeşlerine de bağımlı, ama onlarla zaman geçirmekten de pek hoşlanmıyor. “Kendi adıma, kalkmanın bir anlamı yoktu. Yemek için ilginç bir şey yoktu ve yapacak hiçbir şeyi olmayan sadece bendim.”
Pis koktuğu yolundaki tüm eleştirilere, hatta kardeşlerinin okul yolunda onunla yürümekten utanmasına rağmen temizlenmeyi reddetmesi, aynanın önünde geçirdiği zamanlar, saldırgan hareketleri… Jack, her yeniyetme genç gibi, fazlasıyla kendine odaklı yaşıyor. Annesinin ölümünden sonra bile kendisi için ağlıyor: “Bir an için öldüğü gerçeğini açıkça kavradım ve ağlayışım kuru ve zor bir hal aldı. Ama sonra kendimi annesi henüz ölmüş birisi olarak gözümde canlandırdım ve ağlayışım yeniden ıslak ve kolay oldu.”
Jack’in tükenmek bilmeyen iç sıkıntısının yalnızca yeniyetmelikten değil, içinde bulunduğu toplum ile olan sorunlu ilişkisinden de kaynaklandığı söylenebilir. Aslında aile, anne ve babanın ölümünden önce de toplumdan uzak yaşıyor. Eve misafir gelmiyor; ne akrabaları ne arkadaşları var. Yalnızca Tom’un sokakta oynadığı bir iki arkadaşı var, ama onların da eve gelmelerine izin yok. Evlerin çoğunun yıkıldığı ve yerine gökdelenler yapıldığı bir mahallede yaşayan Jack ve ailesi, kendilerini dışlayan topluma inat, çevreden soyutlanmış, içe kapanık yaşıyor âdeta. Bunu çocuklar da kanıksamış durumda. Öyle ki, anne ölmeden önce Jack ile aralarında geçen bir konuşmada, on beşinci doğum günü için bir parti vermelerini ve okuldan da birkaç arkadaşını çağırmasını öneren annesine Jack’in yanıtı oldukça açık oluyor: “Hayır, sadece aile arasında olsun.”
Aileye katılmaya ve “büyük sırları”na ortak olmaya çalışan Derek de çocukların sıkıca ördüğü duvarları aşamıyor. Jack, içten içe Julie’yi kıskandığı için Derek’ten hiç hoşlanmıyor zaten. Julie bile, Jack ile arasındaki, onlara sanki “asırlardır ve asırlardır” sürüyormuş gibi gelen bir ilişkinin gün yüzüne çıktığı, belki birçok okura rahatsız edici gelebilecek dokunaklı sahnede, Derek’in büyük ve akıllı babacığı oynamaya çalışmasına sinir olduğunu söylüyor.
Çocuklar anneleri hakkında güçlükle konuşuyor; ölüm her birinde farklı etkiler yaratıyor. Bunaltıcı sıcak belleklerinin ve büyük sırlarının üstüne çöküyor âdeta. Çimento dolu sandık yokmuş gibi özgürce yaşıyorlar. Sözgelimi çok uzun süredir ölüymüş gibi gelen annesinin yüzünü, sesini, mizacını bile hatırlayamıyor Jack. Ama sık sık rüyasında görüyor onu, giderek kâbusa dönüşen rüyalarında.
McEwan’ın Beton Bahçe’de, 1978 yılında, günümüzdekinden de fazla tabu sayılan ensest, transvestizm gibi konularla uğraştığı yolundaki yorumlara katılmakla birlikte, sadece bunlara odaklandığını söylemek yeterli değil kanımca; romana dair çoksesli, çokkatmanlı bir okuma yapılabilir. Toplumdan soyutlanmışlığın, içine düşülen yalnızlık ve huzursuzluğun, kendini gerçekleştirme sorununun da romanıdır Beton Bahçe. Genelde bir çekirdek ailenin, özelde de her bireyinin, dağılmama çabasını sadece Jack’in gözlerinden görmek, bulanık iç dünyasına tanık olmaksa okurun romanın içine kıstırılmış gibi hissetmesine yol açabiliyor kanımca.
Reha Erdem’in Korkuyorum Anne’sindeki, Beton Bahçe’yi okurken aklımdan çıkmayan o replik kitabın başına cuk oturan bir epigraf olurdu kanımca: “İnsan nedir ki? Bol kemik. Tırnak. Bir ağız dolusu diş. Bol et, bol damar. Kilolarca bağırsak.”
Yeni yorum gönder