Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Teknolojik gelişimin itici gücü



Toplam oy: 1230
Brian Arthur
Optimist Yayın Dağıtım
Brian Arthur’un 80’li yıllarda ileri sürdüğü tezler sarsıcıydı. Ekonomide 'azalan getiri oranları' yasasına dayanan, her şeyin en verimli ve herkesin en mutlu olduğu bir noktanın var olduğunu ispat ile mükellef 'genel denge' paradigmasına tamamen aykırıydı.

Brian Arthur, ekonominin temel yasalarını sorgulayan çalışmalarıyla önemli katkılarda bulunmuş bir bilim adamıdır. Mühendis kökenli bir ekonomist olarak hem meslektaş hem 1980’li yılların Viyana’sından hemşehri oluruz. O yıllarda Viyana’da İleri Araştırmalar Enstitüsü'nde (IAS) genç bir araştırma görevlisi iken Brian Arthur beş on kilometre ötede Amerikalı ve Sovyet bilim adamlarının ortak bilimsel çalışmalar yürüttükleri IIASA Enstitüsü'nde daha sonra adıyla anılacak olan ve temel ekonomi varsayımlarına tamamen ters giden 'artan getiri oranları' tezlerini geliştiriyordu.

 

Kaos teorisinin ilk popüler olduğu, kaotik matematiksel fonksiyonların muhteşem görsel simülasyonlarının ilk kişisel bilgisayarların ekranlarına düşüp şaşkınlık uyandırdığı yıllardı. İki satırlık bir denklemin ürettiği karmaşık, doğal formlara yakın, kimisi eğrelti otuna benzeyen sonsuz detayda oluşumlar, kritik bir aralıkta minnacık bir sapmanın muazzam değişikliklere yol açabildiği, deterministik ancak öngörülemeyen bu tuhaf dünya, ekonomideki kararsızlıklar kaos ve düzen ikiliğini çağrıştırıyordu. Bitirmeye yakın, IAS’deki hocalarımdan Klaus Ritzberger, New York Üniversitesi'nde bir pozisyon için beni önerince teşekkür edip memlekete döneceğimi söyleyecektim. İşte o anda, … tam o anda … uzay-zaman-olasılık evreninde bir kırılma yaşandı. Belki de beni ta Santa Fe Enstitüsü'ne*, birkaç yıl sonra Brian Arthur’un kurucuları arasında yer alacağı ve 'karmaşıklık' biliminin temellerinin atıldığı o efsane deneyime götürecek yol yerine Bosfor Turizm otobüsüyle 'memlekete' getirecek yola koyulmuş oldum. Böyle bir kelebek etkisi yaşamış olsam da paralel evrenlerin bir tanesinde kesinlikle Santa Fe Enstitüsü'nde, Brian Arthur’un öğrencisi olarak karmaşıklık ve ekonomi üzerine çalışmış bir versiyonum olduğunu biliyorum.

 

 

Bu nedenle, son yazdığı Teknolojinin Doğası, Nedir ve Nasıl Evrilir başlıklı kitabın daha kapağını görür görmez bir süredir kafamda güreştiğim çok temel bir meseleyi ele aldığından emindim. Kitabı, sürpriz bir hediye olarak masama mesai arkadaşım koymuş olsa da, bunu paralel evrenden gelen bir kargo iletisi olarak algıladım. “Fringe misin mübarek?” tebessümüyle! *

 

Brian Arthur’un 80’li yıllarda ileri sürdüğü tezler sarsıcıydı. Ekonomide 'azalan getirioranları' yasasına dayanan, her şeyin en verimli ve herkesin en mutlu olduğu bir noktanın var olduğunu ispat ile mükellef 'genel denge' paradigmasına tamamen aykırıydı. Teknoloji sektöründe azalan değil, 'artan getiri oranları' durumunun hüküm sürdüğü tezini sağlam kanıtlarla ortaya atıyordu. Teknoloji sektöründe küçücük raslantısal bir fark bile hiç de verimli veya optimal olmayan bir seçeneğin, hızla diğerlerinin önüne geçerek alıp başını gitmesine, tüm sektörün bu seçeneğe geri dönüşsüz bir süreçle 'kilitlenmesine' yol açabiliyordu.
Teknolojinin ne olduğu sorusu çok temel bir soru. Dikkat edilecek olursa, teknolojinin kendisiyle ilgili kapsamlı herhangi bir teorinin var olmadığı görülecektir. Bilinen neredeyse tüm ekonomik ve sosyal modeller belirli bir teknoloji seviyesini baştan varsaymak zorunda kalır, mevcut egemen ekonomi teorisi de dahil, 'teknolojik değişim' olgusunu açıklayamaz. Teknoloji tıpkı nüfus gibi, doğal kaynaklar gibi 'egzojen', yani dışsal bir faktördür. Ekonomik sistemlerin değişim yasalarını en hararetle inceleyen marksist teoride de teknoloji, tüm değişimin temel itici gücü olan 'üretici güçler' kategorisinin bir bileşeni olarak tanımlanırken üretici güçlerin sürekli bir gelişim içinde olduğu yine veri kabul edilir.

 

 

Teknolojik gelişimin itici gücü nedir? Teknolojik gelişim salt sanayi kapitalizminin kar güdüsü ile açıklanabilir mi? Bir görüşe göre bu böyle, ancak bunu kabul etmek kapitalizmin mutlaklığını kabul etmekle eşdeğer. Öyle olsaydı, sanayi devrimine kadar insanlık tarihi boyunca yaşanan teknolojik gelişmeleri nasıl açıklayacağız? Bilimsel teoriler, örneğin Einstein’ın görelilik kuramı, pazar mekanizmaları ve kar güdüsüyle ortaya çıkmadığına göre, bilim ve teknolojinin toplumsal ekonomik sistemlerden bağımsız özerk bir doğası, kendine özgü bir evrim mekanizması olabilir mi? Brian Arthur bu sorulara yanıt arıyor. Teknolojiyi kendi kendisiyle tarif etmeyi deniyor. Tıpkı çok hücreli bir canlının tarifi gibi.


Teknolojinin doğasını anlamak neden bu kadar önemli? Üretici güçler gelişmeye devam ediyor. Son otuz yıldır, sanayi devriminden beri teknolojide yaşanan en hızlı dönüşüme şahit oluyoruz. Bu süreçte sanayi ürününden çok farklı niteliğe sahip, çok farklı biçimlerde üretilen ve paylaşılan bir meta şekillendi: Bilgi. Dünyamızı giderek daha çok belirliyor. Bilgi, tarım ve sanayinin 'eski' üretim araçlarını artan oranda kontrol ederken geleceğin toplumunu da bilgi üretimi ve paylaşımının yeni biçimleri şekillendirecek. Önümüzde duran belirsizliklerle dolu büyük dönüşüm sürecini öngörebilmenin ve anlayabilmenin anahtarları buralarda. Valla paralel evrenden gelen mesaj böyle…

 


* Mitchell Waldrop'un Karmaşıklık: Düzenle Kaosun Eşiğinde Beliren Bilim kitabında (Complexity: The Emerging Science at the Rdge of Order and Chaos, 1992 Simon & Schuster, 1997'de BZD yayıncılık tarafından yayımlandı) Santa Fe Enstitüsü'nün kuruluşu, bilimsel önemi ve Brian Arthur'un bu süreçteki katkıları akıcı bir dille anlatır.

* Fringe, paralel evrenler arasında geçişli bir bilimkurgu macera dizisi.

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder


Bu yorum "tarih sınıflar mücadelesidir" tezinin reddine kadar açılmaya müsait bir yorum.

Sistemin emek sömürüsünden değil "bilgi"ye sahip olma üzerinden varolduğunu savunuyor.

39%
61%

teşekkürler yazdığınız tüm makaleleri yakından takip ediyorum ellerinize sağlık

50%
50%

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.