Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Yüzüğün ortasında ve dışında kalan boşluk; biz ölüm diyelim kısaca buna



Toplam oy: 995
Sibel Torunoğlu
Sel Yayıncılık

“Nesnelerin bir ters yüzü vardı, insan aklını kaçırdığı zaman bunu görürdü...” diyor J. P. Sartre. Sibel Torunoğlu, aklını kaçırmış nadir yazarlarımızdan. Ama kaçırılmış bir aklı bu denli kontrol altında tutabilen, sözcüklere hükmedebilme yolunda bir avantaja dönüştüren ve zikzaklar çizerek ilerleyen metinlerde bu denli ayakları yere basan bir kurgu oluşturabilen nadir yazarlarımızdan aynı zamanda.

Aslında, Sartre’ı haksız çıkartırcasına, nesnelerin ters yüzünü görmüyor, görse de önem vermiyor o yüzlerine. Ama insanların ters yüzü söz konusu olunca, o noktada, kendini kaybedercesine kalem oynatıyor Sibel Torunoğlu.

Daha önce Travesti Pinokyo, Tımarhane Günlüğüm ve Geri Gelen Ayna adlı kitapları yayımlanan Torunoğlu, yarattığı anti-kahramanların çoğunu sokaklardan seçmesi ve sıradan insanlara “tuhaf” gelecek olay örgüleriyle, aslında Türkiye’de çok kısır sayılabilecek ve nitelikli örneklerine çok nadir rastladığımız Yeraltı Edebiyatı’nın da önemli yazarları arasında olduğunu kanıtlamıştı. Bu noktada, altını ısrarla çizmemiz gereken şey “içtenlik” bence. Çünkü Torunoğlu’nun, ürettikleriyle Yeraltı Edebiyatı’na dahil olma gibi bir kaygısı yok, hatta, belki de rahatsız olacağı bir durum bu. Yine de, kendi dünyasını bütün içtenliğiyle yazdığı ve yazdıkları yalnızca kendi dünyasının ürünü olamayacak kadar sağlam bir kurguyla kotarıldığı için ortaya “sahici” bir metin çıkıyor. Sahici ve sarsıcı!

Gelelim romana adını veren “Dejavu” sözcüğüne. Hepimiz dejavunun anlamını biliyoruzdur elbette ama bir de Torunoğlu’ndan dinleyelim:

“Dejavu tam olarak budur. Hayatın ya da ölümün hatırlanması. Hayat bir yüzüktür parmağa geçen. Halkanın ortasındaki boşluk ve yüzüğün dışındaki boşluk ölümdür.

Dejavu varoluşun grameridir. Varoluşun edatları, zamirleri, tümleçleri de vardır.
Bundan sonra anlatılanlar, yani bu oyunlar, yaşanan birçok farklı ölümün, ölülerin ağzında bıraktığı tadı anlatmak için yazılmıştır.”

Ölümlerin, ölülerin ağzında bıraktığı tat, özel bir önem taşıyor; zaten kitap ölüm betimlemeleriyle başlıyor. Bir kakalağın ölümü, bir Japon balığının ölümü, on yaşında hepatit B’den ölen bir çocuğun ölümü... Hayatın hatırlanması gibi, ölüm de hatırlanır, belki de hatırlanmakla kalmaz, hayatla ölüm arasında sürekli bir dejavu yaşanagelir...

Bizi, sokakların, akıl hastanelerinin, akıl hastanesini aratmayacak evlerin, izbe mekânların ama hep yaşayan; günün ya da gecenin her anında yaşamla iç içe olan insanların arasında dolaştırıp duran Dejavu (belki de başka bir dejavuyu daha yaşatmak için) Sibel Torunoğlu’nun diğer kitaplarına da teğet geçmekten geri durmuyor. Bir anda karşımıza Travesti Pinokyo’nun snopsisi çıkıveriyor ya da Tımarhane Günlüğüm’e göndermelerle karşılaşıyoruz. 
Dejavu, her ne kadar roman” olarak sunulsa da, roman, öykü, yer yer de senaryo tekniklerinin iç içe geçtiği postmodern bir anlatı aslında. Anlatıdaki kopukluklar ve savrulmalar, bu anlatım biçiminin bir gereği olarak düşünülebilir. Ama yazarı tanıdığımız için, bunların ne kadarının şizofrenik savrulmalardan ya da fikir uçuşmalarından kaynaklandığını da düşünmeden edemiyoruz.

Metne bu gözle baktığımızda, içimizdeki şüpheyi hemen ortadan kaldıran, üstüne üstlük çeşitli psikiyatri ekollerinin pabucunu dama atacak denli güçlü bir olay kurgusuyla ve planlanmış, ustaca kotarılmış “savrulma” teknikleriyle karşılaşıyoruz. Roman, sürekli bir ayrılma/birleşme paradoksuyla ilerliyor. Roman ilerledikçe, ilk baştaki olay örgüleriyle, kişilerle bağımız kopuyor; en olmadık zamanda, hiç beklemediğimiz bir biçimde, aslında kopuk sandığımız ayrıntılarla güçlü bir bağ oluşuveriyor. Bu ayrılma/birleşme paradoksu, aynı zamanda romana bu adın neden verildiğini de ortaya çıkartıyor. Çünkü sürekli bir dejavu durumunda, her an yeni bir dejavu beklentisi içinde, tetikte bekliyor okuyucu.

Demek ki, fikir uçuşmaları değil, aksine, uçuşan fikirlerin büyük bir beceriyle kontrol altına alınması söz konusu.
Şimdi başa dönelim... Dejavunun ne olduğunu Sibel Torunoğlu’nun kaleminden okumuştuk. Hazır bu roman (metin) üzerine kısmen üstü kapalı, kısmen kafa karıştırıcı birkaç küçük tespit yapmışken, sözü yine Sibel Torunoğlu’na bırakalım ve metinler, kurgular ve yüzüğün ortasındaki ya da dışındaki boşluklar üzerine neler söylediğine kulak verelim... Böylece, ya metni daha iyi çözümlemek için bazı ipuçları elde etmiş oluruz, ya da ipucuna falan gerek olmadığına ikna oluruz.

“Bu hikayenin iyi bitmesini istiyorum, kışın vişne çürüğü bize yardım et ne olur... Olur. Dur bakayım, biz dedim... Ben bu hikayede kimim acaba? Ben erkek bir kakalağım ama kendimi Şahika’yla özdeşleştiriyorum. Bir dakika... İyice düşünmeliyim... Ben şu anda ölmüş olamam çünkü bu kurguları sevgili yazıyor. Bu edebiyat denilen bir insan ilmi, bunlar gerçek kurgular değil, yani kışın vişne çürüğünün bizzat yazmış olduğu kader olma niteliği taşıyan şeyler değil. O zaman bu kurgular sevgilinin dediği gibi yüzüğün ortasındaki ya da dışındaki boşluk değil. Yani ben henüz hiç değilim. Peki, benim yaşadığım ne olabilir? Sevgilimin yazdıkları gerçek hayat kesitleri olmadığına göre, bu nedir?”

Bu soruya cevap vermek için değil, bu sorunun cevabı olmadığını anlamak için okunması gereken bir kitap Dejavu.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.