Şair durmuş durmuş durmuş hiç kıpırdamadan öylece, sonra sokmuş elini içine, yüreğinden bir kehanet koparıp atmış ortaya kanlı kanlı ve basıp gitmiş sessizce. Ardında acı bir çığlık kalmış. O çığlık işte meğer, armağanmış. Çığlık çığlığa ve kanlı bir kehanet olabilir evet bazen şiir. Doğum anlarına rastgelir, doğumun öncesinden seslenir. Öyle olmasaydı eğer, sorarım size “Ali”, nasıl şimdi gerçek olabilir, nasıl şimdi burada masamda bir kitap halinde durabilir?
“Öyleyse ben size hep Ali diyeceğim
Aşk bazen çok Ali
Mehmetler ölüyor, Aliler öldürülüyor çünkü
Ayşelerse ya dul ya evli
Ayşe bazen çok Ali
İçimizdeki isimlere bir şans vermeli,
Gidenin peşine düşmeden
Ölenin duasını etmeden
Mümkünse sade, mümkünse seviyeli
Yalnızlık unutuluyor, ayrılıklar unutturuluyor çünkü
Kalanlarsa bile bile ya sessiz ya deli
Öyleyse ben size hep Ali diyeceğim
Hikayenin gerisi zaten çok belli
Dertler zarifse vakit almaz teselli
Hoş geldin esvabımın cevabı, aklımın zamanı
Aşk bazen insandan çok evveli
Öyleyse ben size hep Ali diyeceğim
Aşk bazen çok Ali”
Şiirin içindeki tek bir dize de olabilir pekala sorumun cevabı: “Aşk bazen insandan çok evveli”. Burada şiir, olacaklardan ve şairin kendisinden, onun bilincinden çok önce var olmuş gibi. Jungcu diyerek burun kıvıracaklar tabii ki vardır bana, var olsunlar. Onlara tek bir şey söyleyebilirim: “Ali”…
Doğrusunu söylemek gerekirse ne şiirle ilgili eleştirileri okurum pek ne de şiirle ilgili eleştiri yazarım. Yok, elbette şiir eleştirisine düşman değilim. Sanki şiir, ama sesli ama sessiz bir bağırıştır; onunla aramda sakınımsız bir yabanıllık kalsın, yazıyla tutulmasın isterim. Hele ki söz konusu küçük İskender olunca… Ergenlik yıllarımdan bir türlü yetişemeyen yetişkinliğime sızan, uzanan, gölgeli bir ışık gibidir benim için o. Hep saklı gizli kalsın, üzerine konuşmayayım, düşünmeyeyim, yazmayayım, okuyayım sadece. küçük İskender ve onun şiiri benimdir, şair de bilmesin bunu hiç... Taşı tuttuğumda hissettiklerim, suyun hafızasını karıştırırken ağladığım, meşeye dokunduğumda onun bana söylediğini zannettiğim, ya da en pis, o en kötücül ruh hallerim, yazılmasın, ben de bilmeyeyim… Ancak Ali’nin de önünde durmak zor. Şiirin ansızın gümbür gümbür geri gelen hayat dolu, isyankar, sakınımsız bir şekilde ayak direyen ve mucizeli sesini duyuyoruz içinde. Şiir her yerdeymiş bir kez daha, ve bazen yazılmadan bile şiir olabiliyormuş hayat… Duyduğumuz şaşkınlığa şaşırmıyoruz, deli bir bilgelik geçiyor küçük İskender’den içimize. Şair, Cumhuriyet’e verdiği söyleşisinde şöyle diyor: “‘Memetler ölürken Aliler öldürülür bir coğrafya için’ diye yazıldıydı kitabın arka kapağına. Sabahattin Ali de var bu acı cümlede, ne yazık kitap çıktıktan sonra kaybettiğimiz Ali İsmail Korkmaz da. Tabii, Hüseyinler, Ayşeler, Mustafalar, farklı din, cinsel yönelim ve etnik-milli kökenden olanlar da dahil bu Ali’ye. Aşksız insan istemiyorum bu topraklarda. Topyekûn devrime ne gerek var, biraz aşk, çokça denge bu çürümeyi, bağnazlığı durdurur.”
Ona inanmamak mümkün mü? Çok yazan, uzun uzun yazan bir şairdir küçük İskender. Sanki bilincin ötesine, gerçek şuursuzluk anına, şiirin içindeki sessizlik yerine, sözle geçmek ister gibidir. Ona atfettiğim bu sözde istek Ali’deki şiirlerde, bir nebze doyurulmuş sanki. Kitabın içindeki hangi şiire değseniz; söz, öncesi ve sonrasıyla yekpare bir bütünlük içinde. Tumturaklı bir bütünlük değil tabii ki bu; elinizi uzatsanız tutamazsınız, rezil edebilir sizi bir topluluk içinde ya da bir bıçak sokup kalbinize, öylece bırakabilir ortalık yerde. Ama başta da dediğim gibi coşkusu, yaşama bulaşması, direnişi, kehanetvariliği baki… İnsan ruhunu tedirgin eden, sarsan şiir; iktidarı da, toplumu da, zamanını da, zamanının ötesini de sarsacaktır elbet. Herkes bir yerlere tutunsun, “Ali”yi öyle okusun…
Yeni yorum gönder