Kimi yazarlara göre yazmak, yaşamamak demektir, yaşamamayı göze almak. Dışarıda yaşayacak koskocaman bir hayat dururken kendini bile isteye kitaplarla dolu bir odada, masa başına mahkum etmektir; yazmak için hiç sebep yokken ve yazmamak için yüzlerce sebep varken yanlış yolu tercih etmektir. Yaşamamak bir yana, bir tür sapma hali belki, kim bilir. Ya da ölüme, yokoluşa yazgılı yaşama karşı durma çabası. Peki, yaratma yoluyla yokoluşa ayak direyenler, ölümle burun buruna geldikleri anlarda, o bitmek bilmeyen ihtiyarlık yıllarında ne yaparlar acaba? Artık doğru dürüst yazamadıklarında ve üstelik yaşayacak mecalleri de pek kalmadığında? Joyce Carol Oates, kendisi de artık hayli yaşlı bir yazar olmasından mıdır, yoksa yaratıcılıkla yaşlılık arasındaki ironik bağdan keyif almasından mı bilinmez, Türkçeye çevrilen son çalışması Vahşi Geceler!'de beş büyük Amerikalı yazarın son günlerine odaklanıyor. Bu ünlü yazarların yaşamı, ölümü ve içlerindeki yaratma arzusu arasından müthiş gerilimli, son derece vahşi çıkarımlar yaparak beş harika hikayeye imza atıyor.
Edgar Allan Poe, Emily Dickinson, Mark Twain, Henry James ve Ernest Hemingway... Amerikan edebiyatının temel taşı bu beş büyük yazar ve verdikleri eserler aynı zamanda bu edebiyatın son 150 yılı demek. Oates hepsinin son günlerine dair birer hikaye çıkarmış. Kimi zaman bir biyografiden, kimi zaman bir elyazmasından ya da fotoğraflardan esinlenilerek yazılmış bu beş öykü.
Yazarların yaşadığı yıllara göre kronolojik bir sırayla gidiyor “Vahşi Geceler”deki öyküler. Dolayısıyla da ilk öykü Edgar Allen Poe’nun ki oluyor. Oates, “Poe’nun ardından ya da Deniz Feneri” adını verdiği bu ilk öyküyü yazarın ölümünün ardından bulunan tek sayfalık bir elyazmasından esinlenerek kaleme almış. 1849 yılında hayatının son günlerini yaşamaya –kendisi bilmese de- Vina de Mar’ın efsanevi deniz fenerine gelir büyük usta. Amacı bir süre önce kaybettiği eşinin acısını biraz olsun yatıştırmak, burada tutacağı günlükleri yayımlamak ve en önemlisi yanında sadece bir köpek olduğu halde aylarca yapayalnız yaşayabileceğini kendisine ve onu buraya getiren Dr. Bernard Shaw nezdinde dünyaya kanıtlamaktır. Ancak gün geçtikçe deliliğin sınırlarına yaklaşacaktır Poe. Hele ki Dr. Shaw’ın onu bir deneyde kullandığı kanısına varana dek. Denizden çıkıp gelen tuhaf yaratıklarla savaşır önce, yoldaşı köpeği ise çoktan öldürmüştür. Derken bu yaratıklara benzemeye, onlardan birine dönüşmeye başlar, zaten içlerinden birine de aşık olmuştur! Yavaş yavaş yok oluşa sürüklenir Poe, içinde yaşadığı fenere dönüşür; yaşamı boyunca kaleme aldığı eserlere benzer bir atmosferde, delilikle zenginleşen başdöndürücü bir ruh haliyle...
Amerikan dilinin büyük şairi Emily Dickinson’ın sonu ise “Vahşi Geceler”de yer alan diğer öykülerden çok farklıdır. Gelecekte bir tarihte New Yorklu bir çiftin satın aldığı robot olarak karşımıza çıkar Dickinson. Daha doğrusu Dickinson’ın bir “lükskopya”sıyla karşı karşıyayızdır. Ünlü isimlerin lükskopyalarının insanların hayatlarındaki boşluğu doldurmak için kullanıldığı bir zamandır okuduğumuz. Ve Dickinson o zaman da yaşadığı tarihte olduğu gibi varlığıyla, şiirleriyle insanların hayatını zenginleştirir, ancak netameli bir zenginleştirmedir bu! Kadınları gereksiz duygusallıklara sürüklerken, erkekler ise güçlü bir kadın şairle baş etmenin yollarını ararlar. Emily Dickonson’ın kopyası da tıpkı kendisi gibi tek bir şey arzulamaktadır: Ölerek özgürleşmek!
Yaşılılığıyla da yazarlığıyla da en çok hesaplaşan yazarlardan biridir Mark Twain. Artık eskisi gibi çok satan kitaplar yazamıyor, yürüyemiyor, çalışamıyordur ve en önemlisi genç yaşta kaybettiği kızı Suzy’nin yokluğuna dayanamıyordur. Yaşamının son yıllarını yaşları 11 ile 15 arasında değişen kız hayranlarına adamıştır. Ancak bu sapkınlık derecesindeki tutkusu onu hem hukuki hem de toplumsal olarak son derece zor durumlara düşürecektir ister istemez. Hele ki en sevgili torunu statüsüne oturttuğu Madelyn’in tahmin ettiğinden daha büyük yaşta olduğunu öğrendiğinde... "Büyükbaba Clemens & Maymunbalığı, 1906" Twain’in yaşlılığa, yazar egosuna ve depresyona karşı verdiği savaşa dair, pırıltılı bir öykü olarak çıkmış Oates’in kaleminden.
“Aziz Bartholomew Hastanesi’ndeki Büyük Usta, 1914-1916” ise Londra’da yaşamayı tercih etmiş “Büyük Usta” Henry James’in camdan sarayından dışarı çıkarak “hayattaki acı”yı keşfedişinin öyküsü. Birinci Dünya Savaşı bütün şiddetiyle sürerken artık ihtiyarlamış bir yazar olan James, gönüllüler arasına katılarak yaralı askerle ilgilenme görevini üstlenir. Ancak bu gönüllülük işi onu yaşamıyla, yazarlığıyla hesaplaşmaya, ilgilendiği yaralı askerlere takıntılı biçimde bağlanmaya, bu askerlere aşık olmaya itecektir.
Oates’in Hemingway’in “Ölülerin Doğal Tarihi” adlı eserinin bazı bölümlerinden yola çıkarak, yazarın olası ölümü üzerine yazdığı “Baba Ketchum’da, 1960”, “Vahşi Geceler”in son keyifli öyküsü. Ernest Hemingway’in yaşamının son yıllarına damgasını vuran iki takıntısı bu öyküye de damgasını vurur: Babasıyla özdeşleştirdiği yaşlılık ve intihar. Paranoyaklık ve depresyona batmış bir biçimde hastalıklı bedenini yok etmeye çalışır durur, yazar. Bir yandan da önün deki en büyük engeli ortadan kaldırması gerekmektedir, yani karısını...
“Vahşi Geceler”, nefis bir öykü şöleni. Aynı zamanda son derece sarsıcı... Oates’in, okuruna da, kaleme aldığı, kahramanlaştırdığı büyük yazarlara karşı da hiç acıması yok. Yazarın istisnasız her öyküsünün ardından sanki vahşi kahkahası duyuluyor. Oates, ünü de, zenginliği de, yaratıcılığı da, yaratıcılığın egodan oluşan o kocaman kalesini de temelinden sarsarken kendi yazarlığıyla da yaşlılığıyla da hesaplaşıyor besbelli. 2009’un son günlerinde Zeynep Çiftçi Kanburoğlu’nun başarılı çevirisiyle Türkçeye kazandırılan “Vahşi Geceler”, hiç şüphesiz şahane bir kitap...
Yeni yorum gönder