Aile insanın cehennemidir… Varlığını kendi kurumsal, duygusal ve genetik devamlılığı için kullanır, kullanır ve işi seninle hiç bitmez. Hem kişisel özelliklerini geliştirmeni, bir birey olarak ayakta kalmanı talep eder hem de günü gelince varlığını varlığına hiç düşünmeden armağan etmeni… Aile insanın cehennemidir. Cehennemin taşlarına yazılıdır yalan, aldatmaca, topluca girilen yanılsamalar, “mış” gibi yapmalar, çaktırmamalar… Aile insanın cehennemidir; cehennemin yüzeyi alev alev yanan beyaz yalan taşlarıyla kaplıdır. Üzerlerine basmadan geçemezsiniz, kendi yerleştirdiklerinize dönüp bakmak zorunda da kalmazsınız. Yalan yanlış anlaşılmaya dönüşür hepsi çünkü bir süre sonra ya da suçluluk duygusuna. Aile için söylenen her yalan beyazdır evet ve onu ne kadar tekrar edip bağlamından koparırsanız o kadar beyaz kalacaktır…
Beyaz Yalan, ilk çalışması Uzun Veda ile dikkatleri üzerine çeken İskoç yazar Andrea Gillies’in ilk romanı. Bir büyük aile romanı. Haliyle cehennemi bir atmosferi var Beyaz Yalan’ın: İskoçya’da gölü, korusu, bahçeleri ve hayaletleriyle ünlü bir malikane ve bu malikanede kuşaklar boyu yaşayan Salter ailesi… Ailenin hikayesini bir ölünün ağzından dinliyoruz. 19 yaşında göle düşüp şaibeli bir şekilde ölen Michael Salter, üç kuşak Salterlar’ın köklü ailelerinin içinde varoluş mücadelesini anlatıyor bizlere. Her ailenin hikayesinde olduğu gibi Salterlar’ınki de yalanlar, sırlar, suçlamalar ve suçluluk duyguları üzerine kurulu. “Benim adım Michael Salter ve ölüyüm; bildiğim bir şey varsa o da ölü olduğum. Bunun haricinde... Bunun haricinde kalanlarla ilgili yalnızca tahmin yürütebilirim.” Michael tahmin ediyor, çünkü gayet iyi biliyoruz ki, hiçbir birey ait olduğu ailenin içinde olan bitenleri tek başına tam olarak bilemez. Bildiklerini de, akıl yürütmelerini de olup bitenlere tamamen mal edemez. Aile bir hikayedir evet ve ona ait olan bireylerden bağımsız olarak sonuna kadar kendi tuhaf gerçekliğini yaratır.
Görsel çalışma: Ian Ferguson
Orman doğurur, göl yutar
Hikaye ilerledikçe anlarız ki Michael’ın ölümü sırlarla kaplıdır. Tek bir sır değildir bu. Zamanda geriye gittikçe derinleşen, kökleşen bir sırlar yumağıdır onun ölümü ve hatta hayatta olanların yaşamı… Salterlar’ın sırları aileyi de, ailenin hikayesini de ayakta tutar. Peki ne içindir bütün bu sırlar ve yalanlar? Ataerkinin, yani soy denen şeyin devamlılığı için elbette. Lakin hain bir cadının berbat bir kehaneti gibi Salter soyunu devam ettirecek erkekler yok olmakta, göl onları içine almaktadır. “Etrafımızdaki bu ehlileştirilmiş yeşil tepeler, aslında yerin altındaki dağların doruklarıdır: Çocukken böyle derdi büyükbabam bana. Gölün kendine has ruh halleri olduğunu, rüzgâr estiğinde yükselip kabaran tek şeyin dalgalar olmadığını söylüyorlar kasabada; en tehlikeli halini karanlık, kapkaranlık bir kahverengiye büründüğünde aldığını; yüzeyi bir aynaya dönüştüğünde en derin arzularınızı size yansıtacağını... Bugün cıva kadar yoğun; sanki durağan bir maddeyle doldurulmuş, üstünde gümüşi bir deri yer etmiş gibi.” Gölün o cıva kadar yoğun ve tekinsiz varlığı Salterlar’ın eril soyunun yok oluşunun simgesi. Peki ya kadınlar, ailenin kadınları? Aslına bakarsanız bu hikaye ölü bir erkeğin dilinden anlatılsa da Salterlar’ın kadınlarının hikayesi. Psikanalizle bir parça uğraşanlar çok iyi bilirler ki, orman doğurur, göl yutar ve her ikisi de hayatın dişil yüzünü vurgular. Doğurgan olduğu kadar öldürebilen, bereketli olduğu kadar kısır da olabilen… Yiyen, yutan, boğan, yok eden o dişil, düzensiz düzen…
Beyaz Yalan, toplumsal ve cinsel kimlikler üzerine eskisinden çok daha fazla düşünmeye başladığımız bugünlerde, bizi kıstıran bu kimlik baskısının yaratıcısı ve devam ettiricisi olan aile kurumu üzerine kafa yormak; çıkış yolları üzerinde durmak ya da sadece akıcı ve sırlarla dolu zengin bir hikayeye kendinizi kaptırmak ve yeni bir yazar keşfetmek için şahane bir kitap.
Yeni yorum gönder