1487’de doğduğu tahmin edilen ve Kanuni’den bir yıl önce, 1565’te vefat eden Turgut Reis söz konusu yüzyıla damgasını vuran deniz kurtlarından. Fırtınalı, dalgalı, cerbezeli bir biyografisi var. Denizcilik sahasında aslan payı daima kendisine ayrılan Barbaros’un hayatı bile bu emsalsiz biyografinin yanında sönük kalır desek yeridir.
Denizden, denizcilikten, deniz kahramanlarından söz eden tarihî romanımız sanıldığından daha az. Diğer dönemler bir tarafa, peş peşe büyük kahramanların çıktığı 16’ncı yüzyıl hakkında yazılanlar bile bir elin parmak sayısı kadar henüz. 1487’de doğduğu tahmin edilen ve Kanuni’den bir yıl önce, 1565’te vefat eden Turgut Reis de söz konusu yüzyıla damgasını vuran deniz kurtlarından. Fırtınalı, dalgalı, cerbezeli bir biyografisi var. Denizcilik sahasında aslan payı daima kendisine ayrılan Barbaros’un hayatı bile bu emsalsiz biyografinin yanında sönük kalır desek yeridir.
İslâm Ansiklopedisi’ne Turgut Reis maddesini yazan İdris Bostan; denizi kendi mahallesi sayan, teknesini de evi gibi gören bu sıra dışı reisin, Veli adlı bir çiftçinin oğlu olarak Menteşe sancağına bağlı Seravalos’ta doğduğunu belirtiyor.
Yarımadanın batı ucundaki Karabağ köyü burası; bugün Muğla’ya bağlı Bodrum’un Turgutreis beldesi. Adını taşıyan bir park ve anıt var şimdi aynı yerde. Denizciler arasında Büyük Turgut olarak bilinen Turgut Ata’ya nispetle Osmanlı kaynaklarında Turgutça diye anılmış, bu ele avuca sığmayan denizcimiz. Turgutça, Turgut Reis; Batı dünyasında ise o zamandan günümüze dek Kaptan Dragut! Sadece yaşadığı yüzyılın değil genel denizcilik tarihinin de güzidelerinden, namı cihanı tutmuş yükseltilerinden.
Şûrâ suresinin 32-34. ayetleriyle açılan 400 sayfalık roman, her biri çok sayıda alt başlıkla geliştirilip zenginleştirilen 7 ana bölümden oluşuyor. Ethem Onur Bilgiç imzalı resimlerin de yer aldığı romanın kapağı da fevkalâde gerçekten. Unutmadan, buraya sıkıştırayım: Mim Kemal Öke’nin, Turgutca’nın çocukluk günlerini anlattığı sayfalarda, gemicilik merakı ve deniz tutkusundan yakasını kurtaramayarak evden kaçtığı rivayet edilen Jules Verne geldi aklıma. Yaşını başını aldığı yılların aktarıldığı bölümlerde de Ekmek Teknesi dizisinde canlı bir dille, abartılı jest ve mimiklerle çeşitli hikâyeler anlatan, Hasan Kaçan tarafından canlandırılan Herodot Cevdet.
Sekseninde Malta’ya sefer
Seksenine merdiven dayayan Reis’in, Sen Jan şövalyelerinin yuvalandığı Malta üzerine Osmanlı donanmasıyla birlikte yürüdüğü son seferiyle başlıyor roman. Kuşatma esnasında, taşa çarpan bir gülle parçasıyla ağır yaralanıyor ve bu üzücü durum yaklaşık bir hafta sürüyor. İşte o bitkin ve yarı baygın yaşadığı günlerde, hayatı bir film şeridi gibi geçiyor gözlerinin önünden. Yazar da yanı başına çöküp hafızasındakileri paylaşması için peş peşe onlarca pencere açıveriyor âdeta; duygu ve düşünce sekmelerinin biriktiği yüzlerce sayfayı önüne koyarak anlatılanları kaydediyor. Kurgusu kabaca böyle çatılmış Biat’ın.
Canlı, insanı hiç sıkmayan bir anlatımı var Mim Kemâl Öke’nin. Zaman zaman bazı kelimeler için sözlüğe, bilgi aktarımları için ansiklopediye, mekân tasvirleri için harita yahut atlasa bakmak zorunda kalsak da yakınmak hiç gelmiyor aklımıza. Zihin dünyamızda akıp giden o bütünlüklü çizgiyi ve edebî tatlarla dal budak salan ahengi yeniden yakalamamız asla zorlaşmıyor. Ara sıra yakın arkadaşları Deli Cafer ve Kara Kadı’ya fakat daha çok “Fatıma”sına seslenerek, onunla konuşup dertleşerek kendisi anlatıyor sergüzeştini Dragut. Üç Fatıma var romanda: Hem çocukken karşılaştığı yahut zihninde canlandırdığı denizkızının, hem baştardasının (gemisinin) hem de Kuzey Afrikalı Esmer Şeyh’in kızı olan karısının adı Fatıma.
Yalnızca Allah’a biat
Romanın en çok takıldığım tarafı adı: Biat. Bu ad tercihinin, kısmen denizcilikten de neş’et eden gerekçeleri var elbette. Teknesini mescidi belleyen, kimseye eyvallahı olmayan, hür ve müstakil kalmayı adeta varoluşunun temeline koyan bir portre çiziyor okuyucuya Öke. Turgut Reis; Osmanlıya, Sultan Süleyman’a bile oldukça mesafeli davranıyor ki romanın en dikkat çekici ayrıntılarından biri bu. Devlete, padişaha değil; Allah’a biat ettiğini söyleyip duruyor roman boyunca Reis. Sonlara doğru bu klas duruşta biraz tavsama, biraz değişiklik görülse de asla kimsenin boyunduruğu altına girmek istemiyor. Serazat deniz dervişliğinin, dahası korsanlığın raconu hâline de geliyor bu tutum. Yeri gelmişken belirtmekte yarar var: Korsanlık, genelde olumlu bir değer taşıyıcısı şeklinde çıkıyor karşımıza romanda; eşkıyalık ile karıştırılmaması gerektiği birkaç kez vurgulanıyor.
Romanda dikkat çeken başka hususlar da var. Onlardan biri, Turgutca’nın ailesine karşı tutumu. Ne kadar gerçek bilmiyoruz ama ailesini hiç sevmiyor Reis. Onlara kızmakla, söylenmekle geçiyor çocukluğu. Koca denizde kendisine esaslı bir sığınak, hasımlarına da kaçacak delik arattırıyor daha sonra. Barbaros’u eleştiren hatta yer yer kınayan cümleler de okuyucuya ilginç gelecektir sanırım. Bu bağlamda, bir ara Akdeniz’den ve kirli ilişkilerden sıkılması ve yeni duyumlar ve gelişmeler eşliğinde Amerika kıtasına gitmek için okyanusa açıldığı bir sırada, havanın da azizliğine uğrayarak Fas yakınlarından dönmek zorunda kalması da muhakkak zikredilmeli. Geri dönüşle birlikte korsanlık takıntısı yine dümeni eline alıyor fakat “zamane dervişi” yazarımız, anlatıya bu kez esaslı bir tasavvuf aşısı eşliğinde müdahale ediyor.
Fatih, devlet adamı, idareci ve denizlere hâkim bir korsan
Mim Kemâl Öke, o alışık olduğumuz Doğu – Batı çekişmesini, mutad siyasî perspektifin taşrasına düşürüyor Biat romanında. Bu kadim çekişmenin yanına, Kuzey ile Güney arasındaki amansız kapışmayı da ekliyor ki bu, bir buluş gücü ve jeopolitik bir değer de taşıyor bence. Evet; bir fatih, bir devlet adamı, bir idareci olmasının yanında -hatta çoğu kere- denizi avucunun içinde tutan bir korsan, Turgut Reis. O zamanın egemen güçleri, zengin ülkeleri, sömürgeci devletleri de Akdeniz’in kuzeyinde. Onların gemilerini vurarak, onların mal varlığına el koyarak kötülüğü geriletiyor, kibirli burunlarını suya sürtüyor. Aynı zamanda, güneydeki mazlum halklara dağıtıyor ganimeti. Ceneviz, Venedik kadırgalarını, İspanyol ve Haçlı donanmalarını, Malta şövalyelerinin gemilerini, her geçen gün biraz daha semiren Avrupa sahillerini bu istek ve şevkle vuruyor biraz da. Bir tür deniz Robin Hood’u çıkarıyor karşımıza roman. Zileytin’de, Trablus’ta, Cerbe’de; kısa ömürlü de olsa dindar bir komünle, bir “deniz kıyısı cenneti” ile karşılaşıyoruz âdeta. Yine Tunus’un İspanya hâkimiyetindeki Mehdiye beldesini yerli halkın desteğiyle ele geçirerek üs ediniyor.
Kaptanıderya ya da Beylerbeyi ilan edilmesi umurunda değil pek fazla. Gündelik hayatta fazlasıyla muzip ve haylaz görünen bu sıra dışı kaptan, Akdeniz’in güneyinde adalet ve hakkaniyet merkezli bir yönetim kurmaya, herkesin huzur ve mutluluk içinde yaşadığı bir toplum düzeni inşa etmeye çalışıyor. Bu mücadelesini Malta’da şehit düşene dek devam ettiriyor üstelik. Cami, hamam, aşevi gibi binalarla süslediği ve na’şının defnedildiği Trablusgarp’ta bile yıllarca unutulmaya terk edilen bu sıra dışı denizciyi tekrar hatırlatan Mim Kemâl Öke’ye, bu “hakiyr” de bir teşekkür borcu olduğunu düşünüyor.
Yeni yorum gönder