Bir deliyle başlamıştı her şey hatırlarsanız, roman sanatının kabul edilen ilk örneği Don Quixote’da bir deliden bir kahraman yaratıyordu Cervantes: Ve sanki karanlık bir sanata, karanlık bir yazgı verip, yollarına gölgeler düşürüyordu… İşte o gün bugündür, kim saparsa aydınlık, ışıklı yollardan, Cervantes’in kurguladığı yazgıda bir yazar, bir deli, bir kahraman oluyordu. Delilik, yazarlık, kahramanlık; roman sanatının hem altını oyan hem de onu yücelten, gönendiren, an be an var eden lanetli üçlemesi. Eşlikçisi ise rüyalar, yalanlar ve sayıklamalar elbette… Edebiyatın gerçeklere tuttuğu ayna çarpık, dille kurduğu ilişki mümkün olduğunca iktidarsız ve beslenme kaynağı karanlık, kaos ve bataklıksa eğer oradan başyapıt dediğimiz eserler çıkıyor önümüze. Tıpkı Selim İleri’nin Mel’un’u gibi.
Sayru deli adı üstünde, Sayru tozutmuş, Sayru yaşıyor kimsenin umurunda değil, Sayru görüyor, duyuyor, hissediyor, hatırlıyor ve yazıyor, lakin Sayru’yu kimse duymuyor, görmüyor, okumuyor. Defterler doluyor, taşıyor, dile kolay tam yedi defter beş yüz küsur sayfa… Sayru var mı yok mu Sayru’ya göre, işte onu bilmiyoruz, bilmiyor. Varsayalım yokum da diyemiyor. Acı tam buradan geliyor; varım diye haykırdığı her an giderek yok oluyor. Toplumdan bireye sirayet eden tek duygu bu çünkü aslında. Toplum var oldukça yok oluyor tek tek insan ruhu, gölgeleşiyor, soluyor, hayalet oluyor, hayalleşiyor. İşte Sayru’nun defterlerinde okurun kalakalmasını sağlayan şey tam da bu: Selim İleri, hayal kurmanın değil hayal haline getirilmenin, hayalleşmenin dilini kuruyor. O anda da canım Sayru oluyor, cânım Sayru oluyor. Edebiyatımızda tutunamayanların, kaybedenlerin, kaybolanların yanına bir yenisi ekleniyor…
Sayru aşık tabii. Cahide’ye vurgun; onu harcayan, Cahide’yle birlikte bir anlamda Türk tiyatrosunu da aynı anda hem var edip hem harcayan, Muhsin’e düşman. Muhsin’de Cumhuriyet aydınının yaşadığı tüm çelişkiler su yüzüne çıkıyor, Sayru’nun kafası karışıyor, Batı’dan aldıklarımız bir taklitten öteye geçemiyorsa, taklitçi benliklerimiz Doğu’yu ne hale getiriyor? Doğu’dan Batı’dan yılmış Sayru. Ama gel gör ki kaçış yok. İki annesi var onun, biri Doğu, diğeri Batı. Babası ise sevgisiz, ilgisiz, çatık kaşlı, oğlunun değilse de biz okurların içinde öldürme isteği uyandıran bir yok-baba. Sayru neylesin? Son Osmanlı’yı bilmez, bilemezken ve yeni Cumhuriyet onu zaten içine almamakta bunca ısrarlıyken, nerelere meyletsin? Karmaşık bir tarih, acıklı bir döküm onunki; kısacık anlatılarında oturmalar kalkmalar, gülümsemeler, topuklular, tüller, organzeler, fondanlar, eller, eldivenler, anlatma biçimleri, izleme biçimleri, toplumun içselleştirdiği ve dışsallaştırdığı her şey yerini buluyor. Sonra toz haline gelip derhal kırklara karışıyor. Madde ve mana ilişkisi üzerinden delilik yerini bulduğu anda, Türk aydınının temel çelişkilerine dönüşüyor.
Savruluyor Sayru. Zamanda ve mekanda vuku bulan derin bir savruluş onunkisi. Oysa ki nasıl da çabalıyor; durmaya, kafayı toplayıp sakin ve dupduru kalmaya… Yüzü sahneye dönük olsa da sahnenin hep dışında, hep kenarında. Kostümlerin etek uçlarında, pilelerinde, artistik gülümsemelerin ipeksi dokusunda… Sonra soruyor sanki, deli değilse insan, niye yazar, niye düşünür, neden acı çeker? Cevabı kati, insanlıktan çıkmak bir anlığına da olsa mümkün olmalı, bunu hepimiz, herkes yapmalı…
Latife Tekin’in Muinar’ı, Leyla Erbil’in Lahzen’i ve Selim İleri’nin Sayru Usman’ı; son yıllarda edebiyatımıza damgasını vuran, deliliğin, dişilin, kaosun ve sonsuz bir insani duyarlığın dilini kuran eserlerin başkahramanları hepsi… Şiirin esintisinde dillenip, roman denen türü kırıp parçalayıp onu karanlık bir sanata çeviren, türsüzleştiren, yüzümüze güldüren, içimizin acısını dışa vuran yazar-kahramanlar… Ondandır ki Mel’un’u okurken içime Muinar giriyor, Muinar durmaksınız konuşurken Lahzen tüm kötücüllüğüyle susuyor, ve Sayru Usman yazıyor, yazıyor… Mel’un için sondur demiş yazar bir söyleşisinde, inanasım gelmiyor…
(Manşette kullanılan görsel çalışma Karol Bak'a aittir.)
Yeni yorum gönder