Karşılıksız aşk bir yana, imkansız aşkı kim yaratır ki toplumsal kodlardan başka? İnsanın varlığının her zerresinde duyumsadığı kaşılıklı arzu ve ihtiyacı, toplumun değer yargıları yargılayıp suçlu buluyorsa eğer, kendi mütevazı yaşamını bir efsaneye dönüştüren güce, her şey olup bittiğinde herkes saygı duyacaktır. Ama her şey olup bittiğinde, zaman yeteri kadar geçtiğinde ya da aşkın arzu nesnesi bir şekilde ortadan yok olduğunda, hatta ölüp gittiğinde... Geriye bir tür saygı duruşu kalacaktır. Ölüm saygıyı hak eder mi bilinmez; ölene ya da ölüm biçimine bağlıdır bu. Ama aşk, ölümle sonlanan imkansız bir aşk, sözleşmiş gibi arkasında ister istemez bir şeyler bırakacaktır. Aşkı, nihayete erdiği için kabullenen, işe yaramaz bir saygı.
Saygı Duruşu, bir novella. Modern Alman edebiyatının önde gelen isimlerinden Siegfried Lenz'in kaleminden çıkma çok katmanlı bir aşk romanı. Bir anma töreninde geçiyor hikayemiz. Lessing Lisesi'nin sevilen öğretmenlerinden Stella Petersen'in ani ve beklenmedik ölümü üzerine lisede yapılan bir anma töreninde... Herkesin konuşma yapmasını istediği, beklediği 18 yaşındaki Christian'ın inatla konuşmadığı bir tören bu. Christian, bir anma konuşması yapmak yerine, 18 yaşının tüm tutkusuyla sevdiği Stella ile aralarında geçenleri anımsamayı tercih ediyor tören boyunca. Büyük aşkının ardından kendince bir ağıt yakıyor, saygı duruşunda bulunuyor. Her aşk kahramanını arar şüphesiz. Chiristian'ın anılarında da Stella gerçek anlamda bir kahraman; insanlarla, öğrencileriyle olan ilişkileri, güzelliği, kendini aşka bırakışı ya da tam olarak bırakamayışıyla Christian'ın kahramanı. Hiç ulaşamadığı, hayranlığının içini kavurduğu bir arzu nesnesi tam anlamıyla. Ama Christian'ın anıları derinleştikçe, aşkının karşılıksız olmayabileceği çıkıyor ortaya yavaş yavaş. Genç bir kadının, kendisinden yaşça küçük bir erkeği sevebileceği, ama toplumsal kodların etkisiyle onun da bunun içinden çıkamamış olabileceği düşüncesi beliriyor gitgide. İmkansız aşkın kuyusu kazılıyor, derinleşiyor, derinleşiyor.
Chiristian'ın ailesi bir taş avcısı. Evet. Yüzyıllar önce yaşadıkları sahil kasabasının denizine insan eliyle yerleştirilmiş ve sonra sular altında kalmış taşları, tekneleriyle çıkarıyorlar. Bir balıkçı kasabasının denizle, güneşle, rüzgarla iç içe mütevazı yaşantısı, Christian'ın mateminde minik yıldızlar gibi çakıp sönerken, taş gibi etkileyici bir bilinçaltı nesnesi de aşkın sezgisel varoluşuna dair pek çok göndermeyle zenginleştiriyor hikayeyi. Kısacık belki Saygı Duruşu ama, yazarın yarattığı dil evreni o kadar geniş ki, etkisinden çıkmak kolay olmuyor.
Bedelsiz bir galibiyet, ancak aşk olur!
“Üzerimizde yalnızca mayolarımız vardı, yan yana yatıyorduk ve sırtını okşuyordum. Yüzme yarışına neden katılmak istemediğini sorduğumda, 'Çok basit Christian,' dedi. 'Kazanmaya hakkım yoktu. Diğerlerinden çok daha üstünsen, oyunun dışında kalmalısın, bedelsiz bir galibiyet adil olmaz.' Ona hak veremedim, bu tavrını fazla kibirli ve küçümseyici bulmuştum. 'Üstünlük insanın kendi emeğiyle elde ettiği bir şeydir. Hak edilmiş bir mülkiyet,' dedim Gülümseyerek iç çekti: 'Ah Christian, koşullar eşit olmalıdır, uygun bir sonuç almak istiyorsan, koşulların eşit olması gerekir.'” Ama aşk hiçbir koşulu umursamaz. Lenz, topluma bir şekilde ayak uydurmuş yetişkin kahramanı Stella'ya kaybettirir burada, ama aşkı kazandırır: “Birbirimize yaklaşarak, tutunarak, dönerek daha derinlere ulaşmaya çalıştık, onu kendime çektim, göğsüme bastırıp kollarımın arasında öylece tuttum. Şaşkınlığını, bakışlarındaki o şaşkın ifadeyi ve kabullenişindeki mutluluğu asla unutmayacağım. Bedenlerimiz bu anı bekliyormuş gibi birbirine kenetlendi, sarmaş dolaş olduk.”
Lenz, başta da söylediğim gibi, çok katmanlı bir şekilde işliyor hikayesini. Christian'ın gündelik hayatı, nasıl bir toplum içinde yaşadığı, o toplumun geçmişi ve şimdisi son derece sade, süssüz ama etkileyici bir dille anlatılıyor. İşin içinde bir lise öğretmeni var diyerek, hikayeden de türlü dersler çıkarılması zorunluluğundan, beklentisinden kendini azade kılmayı başarıyor bir yazar olarak.
Ama Stella bir İngilizce öğretmeni. Dolayısıyla işin içine ders değil ama ister istemez edebiyat sızıyor. Hikayenin bir katmanında George Orwell'in Hayvan Çiftliği ve Faulkner'in Ağustos Işığı adlı kitapları ve onların hikayeleri akıyor. Orwell'in Hayvan Çiftliği önemli, çünkü savaş sonrası Alman toplumunun görece demokratik ve liberal yapısı ve madden rahat olması bir yana, toplumun içinde devrime ve toplumsal düzene karşı sezgisel de olsa bir sorgulamayı işaret ediyor. En azından Stella ve Christian'ın hiçbir şekilde bir araya gelemeyeceği bir toplumsal düzene muhalefet ediyor edebiyat aracılığıyla. Faulkner'in hikayesi ise doğa, içgüdüler ve sezgiler üzerine pek çok iz bırakıyor hikaye üzerinde.
Saygı Duruşu, hiç düşünmeden söyleyebilirim ki, bu yaz okuduğum en şahane kitap. Dili, anlatım biçimi, aşkı görme ve işleme tekniği ve her şeyden öte romana tür olarak yaklaşımı ile iyi bir edebiyat okurunu mest edecek türden bir roman. Üstelik kendi döneminin pek çok yazarının aksine Lenz, bugünü de derinden kavramayı başarmış bir yazar. Kitabın çevirisini de ayrıca söylemeden geçemeyeceğim. Son derece özenli bir biçimde, yazarın dilini kaybetmeden Türkçeye aktarmış Ayşe Sarısayın Saygı Duruşu'nu. Siegfried Lenz'i geç de olsa keşfetmek gerek.
* Görsel: Selman Hoşgör
Yeni yorum gönder