Bu haftanın şahane kitabı, Türk edebiyatının son elli yılının da en şahane kitaplarından biri. Baskı üstüne baskı yapmaya devam eden, son dönemlerin çoksatar listelerinden hiç düşmeyen (bknz. İdefix’in yaz çoksatar listesi), edebiyat dergileri için dosya konusu olmaya devam eden (bknz. Notos Dergisi Ağustos-Eylül sayısı) bir kitap. Oysa yayımlandığı yıl, yazarı toplumsal gerçeklere uzak olmakla, topluma yabancı olmakla eleştirilmiş, eleştirmenler tarafından hiç sevilmemişti… Ondandır ki günümüzde artık tam bir edebiyat fenomeni... Yusuf Atılgan, Aylak Adam’la, kimse tarafından anlaşılmayacağını bile bile edebiyatımızın bir köşesinde yazıp, toplumun yozluğunu, ikiyüzlülüğünü eleştirip, ideal aşkı arayıp duruyor hala. En çok da sıkılıyor, sıkılıyor, sıkılıyor…
Oysa her şey bir hevesle, bir tür umut ışığıyla başlar romanda: “Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi.” Ama hemen sonra bizi roman boyunca takip edecek olan sıkıntı çıkıverir sahneye: “Kalabalıkla ilgim kesiliverdi. Yine lök gibi oturdu içime o deminki sıkıntı.” Aylak adam sıkılır, hep sıkılır. Modernitenin sonunda durur çünkü Yusuf Atılgan. Dış dünyada da, iç dünyasında da onu besleyecek, içini ve dışını zenginleştirecek bir kaynak kalmamıştır, hepsi kurumuştur. Saatlerin tıkırtısı gibi armoniden uzak, ama hiç kesilmeyen tekdüze bir sesten ibaret gibidir yaşam. Kaldırımlardan taşan kalabalıkların, akşam oldu mu bir şeyler vaat eder gibi görünen renkli şehir ışıklarının, güzel giyimli kadınların aslında hiçbir şey vermediğini, veremeyeceğini bilir… Zengin bir mirasyedi olarak şehirde dolaşır durur kahramanımız. Sinemalara girer çıkar, muhallebicilerde, meyhanelerde, sokaklarda dolaşıp durur, yürür yürür. Tesadüflere kendini bırakmak ister, tesadüfen karşısına çıkan kadınların peşine takılır, onları takip eder, onlarla ilişkiye girer… Ama nafile… O sıkıntının içine lök gibi oturmasının önüne geçemez. Anlatıcının da kahramanının da, yazarının da sesi birbirine karışır çoğu zaman. Sıkıntıları da öyle. Nihayetinde Atılgan, sanki sıkıntıdan bir anlatım biçimi, bir dil inşa eder. Kısa, kesik kesik ilerleyen, çoğu zaman dört-beş kelimelik cümlelerin ağır bastığı bir hikayedir Aylak Adam. Roman boyunca geniş zamanlar daralır, di’li geçmiş zamanda takılır. Öyle ki, dil bile
sıkılır.
Kahramanın adını da vermez bize yazar. Sadece C. Ona göre isim bir insan hakkında insanlara fikir verebilecek, bir insanı anlatacak son şeydir. Bize bir başkası ya da başkaları tarafından tesadüfen yakıştırılmıştır.
Umutsuzluk umudun yolunu hep kesse de, ideal aşkı, saf arzuyu aramaktadır aylak adam. Üç oda bir mutfağa hapsedilemeyecek bir sevginin peşindedir. Topuksuz ayakkabılar giyen, makyajsız bir kadın, ona aralarına toplumun ve ailenin hiçbir şekilde giremeyeceği bir sevgi, bir ilişki verecektir. En küçük toplum der, iki kişiden oluşan toplumdur. Buna yürek ten inanır inanmasına da, ne yaparsa yapsın ulaşamaz. 1960’ların İstanbul’unda şehir sanki birbirine sürtünerek topluca bir cinsel doyum yaşıyor gibidir. Daha doğrusu şehir doyurulmamış cinsel arzunun simgesidir, ta kendisidir. Masa altlarında dizler birleşir; sinema localarında eller, kollar, omuzlar; tramvaylarda ve otobüslerde kalçalar, kasıklar… Ama gelgelim bir muhallebicide baş başa otururken bile Güler’in elini öpemez uluorta, yatak odasında ailelerinden, toplumun kendisinden soyunamazlar, gerçek anlamda çırılçıplak kalamazlar hiç. Cinsellik, uyanmış ve toplumsal koşullar sebebiyle hiçbir zaman tam olarak tatmin olamayacak bir ergenlik dönemi yaşıyor gibidir aylak adamın dünyasında. Sürtünmekten bir adım ileri gidemiyordur bir türlü…
Ve gelelim öfkeye. Atılgan’ın öfkesi, C.’nin öfkesi, C.’yi anlatan anlatıcının öfkesi… Ayırt etmek zordur. Hepsi topluma karşı, kurumuş, kokuşmuş, yozlaşmış kaynaklara karşı, onları hiç anlamayacak olan topluma karşı sonsuz öfkelidir. Onu döven terzileri bu öfkeyle arar durur şehrin sokaklarında. B.’ye yetişmesini engelleyen taksiciyi bu öfkeyle döver işte C. Roman boyunca B. ile yollarının bir şekilde kesişmesini bekler, bekleriz. Ama şehir, ki tüm vaatlerinin içi boştur, koftur, onu C.’ye vermez, veremez. Hem nihayetinde biz de okur olarak sonlarına doğru artık için için biliriz ki, B.’yle karşılaşsa bile C., o aradığı saf aşkı zaten bulamayacaktır. Aylak Adam, her şeyiyle bir ümitsiz arayışın romanıdır. Hatta arayışın olduğu kadar olduğu kadar bulamayışın romanı… Biz Türk okurları da sanırım bu ümitsiz arayışlardan ve bulamayışlardan kendimizi hala alamadığımız için Aylak Adam’ı elimizden düşürmüyoruz.
Yeni yorum gönder