Kolektif hafızanın derinliklerinden çıkıp gelen bir isim: Marcel Schwob. Onun bir edebiyatçı olarak hikayesi 38 yıllık kısacık yaşamı boyunca, tanınan, hayran olunan bir yazar olmak ve ölümünden kısa bir süre sonra da unutulmak olmuş. Unutulmanın pek çok sebebi olabilir elbette ama Schwob’unki ölümünden sonra yaşanan yıllara hitap edememesi, yazdıklarının toplumsal eğilimlerin dışında kalması sonucuymuş. Tıpkı bulutlu bir gecede zaman zaman ortaya çıkıp kaybolan ayışığı gibi. Ancak yaratıcılığın parlak ışığını taşıyan eserler gün gelir yeniden dile ve gönüllere düşerler. Bundandır ki Marcel Schwob’un adı küçük çaplı bir efsane gibi dillerde dolaşıyor şimdilerde. Üstelik “Üç Roman”la en nihayetinde Türkçede...
“Üç Roman”, 20. yüzyılın başyapıtları kabul edilen “Altın Maskeli Kral”, “Monelle’nin Kitabı” ve “Düşsel Yaşamlar”ın biraraya gelmesiyle ortaya çıkmış bir kitap. “Altın Maskeli Kral”ı, Yunan tragedyalarından esinlenerek kaleme almış Marcel Schwob. Yazarın bilinçdışının dile gelmiş misali, simgelerle örülü bir dille yazılmış bu etkileyici hikaye iktidar, benlik bilinci ve acıma üzerine kuruludur. Kuşaklar boyu altın bir maskeyle yüzlerini gizleyen kralların ülkesinde krala hizmet edenlerin de maskeleri vardır. Sarayda maskesiz yaşamak yasaktır. İşte bu ülkenin kralı, yüzü kimseler tarafından görünmeyen bu adam, hayatı boyunca hiç kimsenin yüzünü de görmeyendir aynı zamanda. Ta ki bir gün yaşlı bir dilenci maskesiz bir şekilde kralın huzuruna çıkmak isteyene dek... Yaşlı dilenci krala soytarılarının ağladığını, rahiplerinin güldüğünü ve kadınlarının çirkinliğini söyleyince kral maskesiz bir yüz görmek için yanıp tutuşmaya başlar. Ancak bu arzusu onun sonunu hazırlayacaktır. Zira maskenin ardında saklanan yüzü, soyunun kuşaklar boyu gizlediği bir hastalığı barındırmaktadır. Üstelik, maskeyle örtülen hastalık yine maske yoluyla kuşaktan kuşağa taşınmaktadır. Kendi yüzüyle ve kaderiyle yüzleşen krala tahtını bırakıp ölümüne gitmekten başka yapacak bir şey kalmaz... Ölüm ki, altın maskeli kralı tüm maskelerinden arındıracak olandır... “Altın Maskeli Kral”, parçalanmış benlik bilincine dair yazılmış, toplumsal yaşayışın insan ruhuna dayattığı tüm kabullere karşı gelişin etkileyici bir eğretilemesi.
“Monelle’in Kitabı”, Üç Roman’ın en sarsıcı, en derinlikli, en vahşi hikayesi kuşkusuz. Bir fahişe, bir kraliçe, bir büyücü kısacası insanın içindeki dişil benliğin her türlü yüzünün temsilcisidir Monelle. Ne zaman ortaya çıkacağını da, ne vakit kaybolup gideceğini de bilemez anlatıcı. Hem onun peşindedir hem delicesine kaçmaktadır ondan. Monelle, hiç büyümek istemeyen sapkın bir çocukluk anlayışıdır çünkü bir anlamda. Ona çocuk fahişelerin hikayelerini anlatır, hikayelerin özünde ise yine kendisi vardır; gerçeğine asla varılamayan mitolojik, kaotik bir “olmayan” kahraman...”Çünkü beni anlamak zordur, hiç anlamayanların dışında ve beni yakalamak zordur, artık bir şey yakalayamayanların dışında ve beni tanımak zordur, hiç anısı olmayanların dışında. Aslında ben seninim, ama sen artık benim değilsin. Dinle”... Marcel Schwob’un dili “Monelle’in Kitabı”nda, bu olmayan kahraman aracılığıyla daha da zenginleşir, büyülü bir hal alır: Monelle “kara bir tohum gibidir ve küçük bir kuşa dönüşmeyi bekler”, gözleri “içinde düşüncelerin bitkilerin gölgesi gibi hareket ettiği sular kadar berraktır” ve gülüşü “kristal bir bardağın giderek sönen titreşimini andıran küçük kahkahalardır”. Hiç ağlamamak gerektiğini söyler, çünkü insanlar çalışarak yaşadıkları sürece gözlere ihtiyaç varır... Kitabın sonlarına doğru Monelle’in yüzleşmekten köşe bucak kaçtığımız ve aynı zamanda yaşam boyunca tutkuyla aradığımız benliğimizdeki parçalanma olduğunu iyiden iyiye anlarız. Ancak ne kadar kaçsak da, tıpkı anlatıcı gibi, kendimizi onu okumaktan alıkoyamayız.
“Düşsel Yaşamlar” ise yazarın hastalığı sırasında kütüphanelerde yaptığı yoğun çalışmaların bir ürünüdür. Biyografi türüne bambaşka bir açıdan yaklaşır Schwob. Ona göre “biyografi yazarının sanatı, yaptığı seçmede yatar. Doğruya ulaşmak için kafa yorması gerekmez; gerekli olan, insan özelliklerinin oluşturduğu kaostan bir kişilik yaratmaktır. Leibniz, Tanrı dünyayı yaratmak için, olabilecek olanın içinden en iyisini seçti, der. Yaşamöyküsü yazarı da daha önemsiz bir tanrısal güç olarak, olası insanlar arasından, benzersiz olanı seçmeyi bilir.” Schwob da tam olarak böyle yapıyor; yaşamöyküsünü kaleme aldığı kişilerin taşıdıkları özelliklerinin kaosundan bambaşka bir kişilik yaratıyor. Yaşamöyküsü yazılan kişilere bir ihanet mi bu yaptığı? Elbette hayır, çünkü yazıya geçen her hikayenin sadece ve sadece kendi kurgusal gerçekliğiyle değerlendirilebileceğini pekala biliyor. Ve böylelikle biyografi türünün sınırlarını olabildiğince zorluyor. Okurlarını türün en uzak, en tekinsiz yamaçlarına cesaretle çekiyor.
Marcel Schwob, usta çevirmenlerimizden Aykut Derman’ın Türkçeye kazandırdığı “Üç Roman” ile Türk okurları tarafından da keşfedilmeyi bekliyor...
Yeni yorum gönder