Sevgili Paul,
Senin duyduğun dehşet ve benim duyduğum dehşet, dünyanın gidişatı karşısında yaşlanan iki centilmenin paylaştığı dehşet duygusu. İnsan, “benim zamanımda” diye söze başlayınca çocukların sessiz bir umutsuzluk içinde kaş göz yaptıkları Huysuz İhtiyar’a dönüşmek gibi gülünç bir yazgıdan kendini nasıl kurtarır? “Dünya binmiş bir saplı sepete, gidiyor cehenneme.”derdi babam, onun babası da öyle dermiş, bu böylece ta Âdem’e kadar uzar gider. Eğer dünya bunca yıldır gerçekten cehenneme doğru gitseydi, bugüne kadar varmış olması gerekmez miydi? Çevreme baktığım zaman, hiç de cehenneme benzer bir manzara görmüyorum.
Peki ama, mızmızlanmanın alternatifi nedir? Ağzımızı kapatıp, dişlerimizi sıkıp hakaretlere tahammül etmek mi?
Sevgilerle,
John
Sevgili Huysuz İhtiyar,
Bu koskocaman dünyanın nasıl olup da saplı sepet kadar küçük bir şeye sığacağını hep merak etmişimdir. Kafamı daha da karıştıran, saplı sepetin ne olduğunu bilmiyor olmam. Aslında bütün sepetler saplı değil midir, saplı öneki burada fazla değil mi? Belki de, “Dünya binmiş bir sepete, gidiyor cehenneme.” dememiz gerek, ama bu kulağa daha da kötü geliyor, öyle değil mi? Biz dünyanın cehenneme gidişini izlerken, dünya neyin içine sığmalı? Bir lokomotife mi? Bir otomobile mi? Karton bir zarfa mı ya da belki görülemeyecek kadar ufak bir şeye. Bir tek atoma mı? Doğrusu, mızmızlanmak, huysuzlanmak eğlenceli olabilir; hızla yaşlanan centilmenler, insanlık komedyasının görmüş geçirmiş gözlemcileri, her şeyi görmüş ve artık hiçbir şeye şaşırmayan kır saçlı bilgeler olarak, mızmızlanmanın ve azarlamanın, yaşadığımız dünyadaki iki yüzlülüklere, haksızlıklara ve aptallıklara karşı saldırıya geçmenin görevimiz olduğunu düşünüyorum. Bırak gençler biz konuşurken kaş göz etsin. Bırak onlar kadar genç olmayanlar bize kulak asmasın. Issız çöllere haykıran aşağılanmış peygamberler gibi gözümüzü kırpmadan devam etmeliyiz – çünkü kaybedilecek bir savaş verdiğimizi biliyoruz demek, savaşı bırakalım demek değildir.
Dostlukla,
Paul
Paul, tahmin edebileceğiniz gibi Paul Auster. Amerikan edebiyatının ülkemizde belki de en çok sevilen postmodern yazarı/kahramanı. Huysuz İhtiyar John ise Nobel Ödüllü Güney Afrikalı yazar J. M. Coetzee. Bu iki yazar 2008 ile 2011 yılları arasında mektuplaşmışlar. Evet, kelimenin tam anlamıyla öyle yapmışlar. Daktiloyla yazıp –anlaşılan o ki romanlarını da hala daktiloyla yazıyorlar- zarflayıp, pullayıp, Amerika ile Avustralya arasında düşüncelerini, duygularını gönderip durmuşlar birbirlerine. Arada e-posta kullandıkları da oluyor, fax makinesi de. Ama fax makineleri bozulup duruyor sürekli, fişinden çıkıyor, mektuplar arada kayboluyor, e-postalar okunmuyor, arada kaynıyor. En sağlıklı sonuç hep zarfla, pulla alınıyor. Coetzee ile Auster yazıp duruyorlar birbirlerine, dostlukla hevesle. Kendileri için olduğu kadar biz okurları için de giderek Paul’le John’a dönüşüyorlar. Yani dünya için, sanat ve edebiyat için kaygılanan, kitapları her ne kadar yok satsa da paradan ve ekonomiden pek anlamayan, siyasete insanlık adına bakan, uykusuzluk çeken, fazla televizyon izleyince suçluluk duyan insanlara…
Şimdi ve Burada'nın fikir babası John Coetzee. Daha doğrusu Beckett. Coetzee, Auster’le Beckett üzerine yaptıkları ortak çalışmanın bir benzerini, mektuplar üzerinden yapmayı öneriyor. Birbirlerine ilham kaynağı olabileceklerini hissediyorlar ve yazışmalar başlıyor. Üzerinde durdukları belli bir konu yok ama üç yıl süren yazışmaların arka planında Samuel Beckett’in hayaleti hep kol geziyor diyebilirim. Konu dönüp dolaşıp hep ona geliyor. Öyle ki Beckett olmasaydı eğer, yazar olarak var olup olamayacaklarını bile açık açık merak ediyor Auster’le Coetzee…
Uzun uzun spordan konuşuyorlar, erkeklerin çocukken aradıkları, özdeşleşmeye ihtiyaç duydukları kahramanları sporda, ağırlıklı olarak da futbolda buldukları konusunda hemfikir bu iki yazar. Sporda kesinlikle bir çocuksuluk buluyorlar… Erkeklerin dostluğu, dostluk anlayışı üzerine de hayli fikirleri var. “En iyi ve en uzun ömürlü arkadaşlıkların temelinde hayranlık vardır.” diye yazıyor Paul. John ise hayranlığa karşı biraz mesafeli, onun yerine saygıyı koyuyor daha çok. Ve bunu sporla birleştiriyor: “Erkeklerin hızlı koşmalarının ya da topu daha uzağa fırlatmalarının nedeni, güçlü genleri olan güzel kızlar onlarla çiftleşmek istesin diye değil, karşılıklı hayranlık bağlarıyla bağlı oldukları diğer erkekler onlara hayran olsun diyedir.”
Dünya edebiyatında siyasi duruşlarıyla da önplana Auster ve Coetzee’nin gündeminde, bugünlerinde elbette siyaset de son derece önemli bir yer tutuyor. Kendini yersiz yurtsuz, anadilsiz hisseden Coetzee de, varlığını New York’a hapseden Auster de sistemi yeri geldi mi kıyasıya eleştirebiliyorlar. Sözgelimi, geçtiğimiz yıl duyarlığıyla Türk siyasetinin de gündemine oturan Auster, Netanyahu için “Aptal ve kötü." diyebiliyor rahatlıkla.
Peki ya yazı, bu iki önemli yazarın bütün hayatlarını kaplayan romanları? Mektuplaşmalar boyunca Paul Auster bir roman bitiriyor, Coetzee’nin Utanç’ı sinemaya uyarlanıyor ve Coetzee, Beckett’le ilgili çalışmalarını derinleştiriyor. Daha ne olsun! Roman, kurgu ve hayal gücüne dair de çokça konuşuyorlar. Günümüz insanlarının hayal kurmaktan giderek uzaklaşmasından, yazarların yazdıkları hemen her şeyde otobiyografik öğeler olduğuna inanmaya eğilimleri olduğundan yakınıyorlar. Anlaşılamamaktan, kenara atılmış olmaktan dert yanıyorlar. Ve nihayetinde yazarlık kahramanlık değil insanlıktır, dedirtiyorlar.
Şimdi ve Burada, çağımızın artık iyiden iyiye kahramanlıkla özdeşleştirdiği yazma ve yazarlık kavramına dair yazılmış son derece insani ve bir dereceye kadar samimi bir kitap olarak okunabilir. Ya da, bu iki yazarın dille ve dünyayla kurdukları ilişkiye dair ciddi ipuçları veren edebi bir araştırma kitabı olarak kabul edilebilir. Ama sanırım en keyiflisi edebiyatta kol gezen Beckett’in hayaletini bu iki yazar aracılığıyla bir kez daha kovalamak…
Kitap bana Oylum Hanım'ın belirttiğinin tam tersine samimiyetten çok uzak geldi.
Zaten ileride basılmak üzere plnalı yazılmış mektublardan pek bir samimiyet ummuyordum.
İki yazarın arasındaki bağ kopuk.Kitap yanımda değil (aklımda, ruhumda bir iz bırakmadı , bu yüzden yazıyorum zaten) o yüzden somut bir örnek veremiyorum ancak örneğin biri spordan bahsediyor diğeri cevap mektubunda bambaşka bir şeyden.
O kadar yapmacık, o kadar zorlama mektuplar.Kültürlerini bilmesem belki onların diyalog biçimi bu diyceğim ya da bir lise öğrencisinin tercümesi ama bunlarda değil.
Ciddi zaman kaybı bir kitap. BENCE
(Şimdiye kadar yazdığım yorumlar hep muhalif oldu. Sabit Fikir ekibini çok taktir ettiğim bir konu da şeffaf olmaları , sağolsunlar hep yayımladılar.Sabit fikirli bir insan olmadığımı dergiye çok saygı duyduğumu özellikle belirtmek istedim.Benimkisi sadece herkes gibi farklı bir damak zevki.)
Yeni yorum gönder