Aslında doğma büyüme bir Büyükadalı olmasam da okurdum Orhan Türker’in “Prinkipo’dan Büyükada’ya- Bir Prens Adasının Hikayesi” adlı çalışmasını. Büyükada’nın farklı insanlarla farklı dillerin birbirine karıştığı çaybahçelerinde, sokaklarında, yazlık sinemalarında, gazinolarında gezmeseydim, bu karışımın, karışıklığın dört yanı sularla çevrili bir kara parçasında dönüştüğü o melodik, insan ruhunu besleyen şarkısını duymamış olsaydım da okurdum… Çünkü yazarın daha önce yayımlanan “Psomatia’dan Samatya’ya-Bir Bizans Semtinin Hikayesi”, “Halki’den Heybeli’ye-Bir Ada Hikayesi”, “Tatavla-Osmanlı İstanbul’undan Bir Köşe” gibi diğer çalışmalarını büyük bir keyifle okumuştum. Ve en önemlisi de biliyordum; Orhan Türker’in ayağımızın altından çekilen toprak misali uğradığımız kültür erozyonunu bizi gösteren, toplumsal kültürümüze ayna tutan, üstelik de bütün bunları büyük bir incelikle, sevgiyle yapan bir yazar, bir araştırmacı olduğunu…
Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda, yukarıda sözünü ettiğim çok sesli, çok dilli, çok kültürlü o kalabalık içinde, ben zaten çok güzel günler yaşadığımı düşünürken, dedelerim ve büyükannelerim çok daha güzel olan eski günleri dillerinden düşürmezlerdi hiç. Birileri gitmişti ve ada onların gidişinden sonra, bir vakitler yanan görkemli bir ateşin soğumakta olan küllerinden ibaretti… Düşünürdüm, bu küllerin içinde yaşamak bile böylesine keyifliyken kim bilir o gidişten önce Büyükada’da yaşamak ne kadar güzeldi diye. Hatta düşünemezdim bile... Gidenler adanın Rum halkıydı elbette, sebep ise 6-7 Eylül olayları ya da Kıbrıs savaşı bahane, birilerinin ta o zamanlardan beri inşa etmeye çalıştığı beyaz-sünni-tam anlamıyla ataerkil ve milliyetçi Türk imgesine ulaşma çabasıydı.
Bu imge inşasının tamamlanması daha ne kadar sürer bilmem, ama inşa süreci başlamadan önceki o güzelim, o canım günleri unutmazsak eğer toplumsal olarak bir şansımızın olacağı da aşikar. İşte Orhan Türker, kendini bu hatırlatmaya kelimenin tam anlamıyla “adamış” bir yazar. “Prinkipo’dan Büyükada’ya-Bir Prens Adasının Hikayesi”nde benim aile büyüklerimin anlatmaktan usanmasalar da git gide soluklaşan anılarını canlandırırken, o eski günlerin neden o kadar güzel olduğunu, neden o kadar özlendiğini de bu şekilde açıklamış oluyor.
Çalışmasına, Büyükada’nın İstanbul hatta tüm Türkiye içinde “Türkleşmeye” en çok direnen, en kozmopolit yer olduğuna dikkat çekerek başlıyor Türker. Bunun sebebini ise Adalı Rumlar’ın; adaya yaz mevsimi ve tatil günleri haricinde gelmeyi tercih etmeyen Türkler, Ermeniler ve Museviler’den farklı olarak; yaz-kış burada yaşamalarında, dolayısıyla adanın hem ticaretini hem sınırlı miktarda olan üretimini ellerinde tutmalarında buluyor. Ondandır ki, diğer yerlerin aksine 6-7 Eylül olaylarının, Kıbrıs Savaşı’nın Büyükada’yı o kadar da sarsmaması. Ama talihin ve tarihin önüne geçilemiyor tabii nihayetinde.
Prinkipo Rumları’nın kökeninden nüfus yapısına, mesleklerinden sahip oldukları telefon hatlarının ve Rum Yetimhanesi’ndeki kayıtların dökümüne, savaş öncesi ve sonrası ada ekonomisinden panayırlara, bayramların nasıl kutlandığına ve Ada’nın önemli yapılarına, tarihi binalarına uzanıyoruz Türker’le birlikte. Kimileri bu kitabı belki de Rum kültürünün bu topraklardaki istisnai direnişinin öyküsü olarak okuyacaklar. Ancak benim tavsiyem çalışmanın , çoğul bir kültür yapısının toplumun her kesimini nasıl mutlu, evet tam anlamıyla “mutlu” edebileceğinin, çoksesliliğin dirençliliğinin, sağlamlığının bir öyküsü olarak okunması olacaktır.
Hal böyleyken, yapılan yeni baskısıyla bir kere daha okuruna ulaşma fırsatı bulan “Prinkipo’dan Büyükada’ya- Bir Prens Adasının Hikayesi” haftanın en şahane kitabı. Bu sıcak yaz günlerinde şöyle deniz kenarındaki bol esintili bir ada gazinosunda okunursa eğer daha da şahane olabilir tabii.
Yeni yorum gönder