Bu haftanın en şahane kitabı kallavi bir polisiye, kelimenin tam anlamıyla gerçek bir “kara” roman, yani “Tokyo Sene Sıfır”. Yazarı, yirmili yaşlarında bir süre İstanbul’da da yaşamış olan ve son yirmi yılını Japonya’da geçiren, bu sırada da ardı ardına romanları yayımlanan David Peace. Elimizdeki, yazarın “Tokyo Üçlemesi”nin ilk kitabı. Dünyanın yaşadığı en büyük en travmatik savaş sonrası parçalanmış bir bilinçle, benliğine, ruhuna, içinde yaşadığı topluma bakmaya çalışan, beklenen yüzleşmeden kaçacak delik arayan insanın saf dramına dokunmayı başaran, polisiye türünün derinliğinin altını çizen, hikayede biçemin önemini vurgulayan son derece sert bir romanla karşı karşıyayız. Doğrusunu söylemek gerekirse, “Tokyo Sene Sıfır”ı okumak, ezberlediğimiz orta karar okuma biçimlerinin ötesine geçmeyi gerektiriyor, hadi adını koyalım, yürek istiyor.
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, Tokyo’dayız. Yıkıntıların arasında, açlıkla, salgın hastalıklarla, yolsuzluklarla cebelleşen; çetelere, galiplerin keyfine kalmış bir şehirde… Kahramanımız, savaştan dönenlerin ardı ardına intihar ettiği, kayıpların sayısının bilinmediği, hırsızlığın, yolsuzluğun kol gezdiği, insan hayatının ve ruhunun tahribatının hesabının yapılamadığı bir ortamda, işlenen cinayetleri çözmeye çalışan bir dedektif. Yani akıntıya kürek çekenin ta kendisi. Zira şehirdeki herkes katil ve herkes aynı zamanda kurban aslında. Dedektif Minami, on sekiz yaşlarında ırzına geçilerek öldürülmüş bir genç kadının katilini arıyor, tek bir cinayet değil söz konusu olan çünkü aynı şekilde öldürülmüş genç kadınların cesetleri ardı ardına bulunuyor. Irzına geçilip öldürülen, şehrin, ülkenin, toplumun ta kendisiyken, tek bir katil aramak gülünç. Ancak Minami’nin işi bu, dışından özürler dileyerek, içinden herkese söverek, çıkarları uğruna yolunu kesmeye çalışan meslektaşlarıyla baş ederek, kimsenin göründüğü kişi olmadığını bilerek katili bulmak zorunda… Kendi sesini duymaması, bilinçakışını durdurması ise mümkün değil; bitlendiği için kaşınmasını durdurması, yeniden yapılanmaya çalışan şehirden yükselen çıldırtıcı inşaat seslerini ve açlığını bastırması da öyle… Çünkü, Japonya’da yolsuzluklardan, yozlaşmadan, travmadan mürekkep yeni bir düzen kuruluyor. Çünkü, Japonya aynı anda moderniteyle yüzleşmeye başlıyor.
Şehrin her yerine girip çıkabiliyor Minami, birbirine karışmış yeraltını ve yerüstünü avucunun içi gibi biliyor. Çetelerle de işbirliği halinde, ahlaki çöküntü onu da yakalamış, bir kutu uyku ilacı için her şeyi yapmaya, elindeki her şeyi satmaya hazır. Karşısında kanıtladığı her cinayeti kabul eden ancak diğerlerini kesinlikle reddeden bir katil var. Çözülme bir türlü gelmiyor, belki de çözülme Minami’nin de sonu olacak, bunu bilmiyor.
Ben bir kadınım, gözyaşlarından yapılmışım
Karşımızda tek satırlık paragraflarla, tek kelimelik cümlelerle, sürekli yinelenen kelimelerle örülü bir metin var. “Sarı bitler görüyorum, gri bitler görüyorum, beyaz bitler görüyorum… Elimdeki ustura artık köreldi… Ölüm her yerde, ölüm her yerde… Siyah bitler. Siyah bitler. Siyah bitler… Ölüm bizi takip eder, ölümü takip ettiğimiz gibi… Yuki uyanık. Gözleri açık… Ama biz zaten ölüyüz.” Minami, güçlü bir kahraman olarak gözlerimizin önünde kendi bilinçakışında boğuluyor, dil bir süre sonra deliliğin diline dönüyor.
David Peace, kadın cinayetleri üzerinden ırzına geçilmiş “anne vatan” kavramını da sorguluyor. Ataerkinin, eril düşüncenin erkeklere ve kadınlara yaptığı en büyük kötülükle yüzleşiyor. Minami’nin metresinin dediği şeyi ise kabulleniyor: “Ben bir kadınım, gözyaşlarından yapılmışım…”
“Tokyo Sene Sıfır”, başta da dediğim gibi okuması kolay olmayan bir roman. Zorluğu David Peace’ni dilinden, anlatım biçiminden gelmiyor ama sadece. Zorluğu, insan ruhundaki savaşı, sonsuz travmayı gerçek hayattaki savaşı, gerçek hayattaki travmaları kullanarak gösterebilmesinden geliyor. İşte biraz da bu yüzden yürek istiyor: “Hangi tarafa gideceğime, hangi tarafa koşacağıma karar verdim; üç taraftaki evler şimdi yanıyor, bütün insanlar tek bir tarafa hücum ediyor, ama o tarafta tarla yok, o tarafta sadece binalar var… ‘Hava saldırısı! Hava saldırısı! Hava saldırısı başlıyor!’ (…) Şimdi Yuki’yi yine kucağıma alıp kanaldan çıkarıyorum, yangına doğru gerisingeri götürüyorum, alevlere doğru, ama kollarımda çırpınıyor, kaçmak istiyor… ‘Siyah!Siyah! Bombalar geliyor!’ ‘Yangını boşver’ diye fısıldıyorum. ‘Bombaları boşver ve bana güven. Bu alevlerin ardında nehir var, bu alevlerin ardında hayat var…’ ‘Kulaklarını tıka! Kulaklarını tıka!’ Şimdi Yuki sımsıkı tutunuyor ve başıyla onaylıyor, yangınların içine gerisingeri dalıyoruz, alevlerin içine… Savaşa, savaşıma…”
Yeni yorum gönder