Espas, bir matbaacılık terimi. Gazetecilik, yayıncılık dilinde boşluk, ara… Selma Sancı’nın romanında ise hayatın ta kendisi… Meditasyon yaparken nefes aldıktan ve nefes verdikten sonraki o bir anlık nefessiz boşluğa dalmaya çalışırsınız hep. Daha doğrusu o “anlık” boşluğu hissetmeye başlarsınız. Boşluk ve nefessizlik hali bilincin kendisi, varoluşun özü olur.
Sancı’nın Espas’ı işte o söz konusu öze, söz konusu boşluğa işaret ediyor sanki. Espas, 12 Eylül dönemine; nefeslerin tutulduğu, bir türlü rahat bir nefes verilmediği ve bundan sonra artık rahat bir nefes verilemeyeceğinin kavrandığı bir döneme ve Cağaloğlu’nda; bir vakitlerin iş merkezi, tekstil atölyeleri, basımevleriyle için için kaynayan, sokakları denize, umuda ve emekçilerin hayallerine açılan pencerenin önünde durup hayata bakan bir hikayenin içine davet ediyor bizi…
Darbenin bir adım gerisinde Cağaloğlu’ndayız. Cağaloğlu, 25 yıl öncesinin, mürettiplerin, rotatiflerin, mücellitlerin semti. Gazetelerin, dergilerin, okul kitaplarının, mecmuaların, ajandaların basılıp tüm Türkiye’ye dağıtıldığı, düşünceyle emeğin, işgücünün bir arada varolduğu bir yaşam merkezi. Sokaklar, vapurlar, dolmuşlar, otobüsler, basımevleri, atölyeler insan kalabalıklarıyla, endişeyle, korkuyla, paranoyayla kaynıyor. Kahramanımız Nebile üniversiteye girmeye çabalarken bir yandan da bir basımevinde çalışıyor. En yakın arkadaşı Nesrin aracılığıyla tanıştığı Tahir’e aşık. Ancak bir süre vapurda gidip gelirken arkadaşlık ettiği Tahir ansızın ortadan kayboluveriyor. İnsanların ortadan kaybolduğu, ailelerinin, arkadaşlarının onların peşine bile düşmekten korktuğu bu zamanda Nebile çaresiz. Nesrin’e soramaz çünkü insanların aşık olmaktan utandığı politize bir dönemde yaşamaktan mustarip. Derneğe, okula gidip soruşturamaz, bu cüretkar hareket kendisinin de aniden ortadan kaybolmasına yol açabilir. Bir posta kutusu kiralayıp Tahir’in ablasına takma isimle mektup yazmaktan başka çare gelmiyor aklına. Kendi adını da, adresini de veremez çünkü gözlenmekten, izlenmekten, ispiyonlanmaktan korkuyor. Her allahın günü postaneye gidip heyecan içinde, hiç gelmeyecek bir cevabı bekliyor şimdi. Ancak dönemin sürreel halet-i ruhiyesi bu kimselerin bilmediği kiralık posta kutusuna çeşitli mektupların gelmesine yol açıyor. Hiçbiri Tahir’den değil ya da belki de hepsi Tahir’den…
İzmir, Adalar, Cağaloğlu, Kadıköy… Çeşitli karakterler, birbirlerine bağlandıklarını bile bilmedikleri bir öykünün parçaları gibi… Doğrusunu söylemek gerekirse Espas, aslında kahramansız bir roman, diyebilirim. Korkunun ve tedirginliğin içe saldığı gölgelerle içi çekilen, içe çekilen, sakınan, saklanan insanların kahraman olmasının imkanı yok şimdi. Yazar ve kahramanı Nebile öykünün, anlatının neresinden tutarlarsa tutsunlar, bir avuç küle dönüşüp yok oluyor sanki her şey. Hatırlanmakta zorlanan, bilinç uyanıp kendine geldikçe unutulan bir rüya zamanı, rüya anlatısı gibi Espas. Nebile ile Nesrin’in hikayelerine daha derinden nüfuz etmek istiyoruz, bir okur olarak bunu bekleyip arzuluyoruz ama yazar bu arzumuzu karşılamıyor. Belki bilerek, belki de, kurduğu anlatı düzleminde, ister istemez… Otobüsten otobüse geçip şehrin hiç bilmediği sokaklarında, karanlıklarda, gölgelerde kendilerini kaybettirmek isteyenlerin kahraman olması mümkün mü, ya da şöyle soralım hangi öykünün kahramanı olacaklarının bir önemi var mı? Nebile de, Tahir de, Nesrin de öyle işte… Ne evde ne okulda, ne dernekte ne de sokaklarda durabiliyorlar… Şehir onları hazmı zor bir yemek gibi midesinde çalkalayıp duruyor, nereye tükürüp çıkaracağını ise yirmi küsur yıl sonra hepimiz fena halde biliyoruz…
Yayıncılık sektörüne uzun yıllar emek vermiş, basın sektörünün hemen tüm alanlarında çalışmış önemli bir isim Selma Sancı. Nice kitabı okurla buluşturan ve buluşturmaya da devam eden gerçek bir Cağaloğlu emekçisi. Daha önce yayımlanmış öyküleri de bulunan yazarın bu ilk romanında okur üzerinde yarattığı kuvvetli etki, hiç tesadüf değil. Romanı okuyup bitirdikten sonra olan bitenin rüya gibi zihninizden uçup gideceğini biliyorsunuz belki ama biber dolması kokan evlerin, çay üstüne çay içerek çalışan işçilerin tutkal bulaşmış ellerinin, birilerinden umutsuzca haber bekleyen, derdini kimselere söyleyemeyen genç insanların çırpınışlarının, vapurda on dakika karşılıklı oturmaktan öteye gidemeyen aşk hayallerinin ve tüm o boşlukların, espasların gönlünüze kazınacağını hissediyorsunuz…
Yeni yorum gönder