Tanıştırayım, adı Hella S. Haasse, Hollanda edebiyatının Büyük Hanımefendisi. Ya da bazılarının dediği gibi yazarların kraliçesi. Sağlığında nice ödüller almış, iyi edebiyat yaparak da çok tanınıp iyi kazanılabileceğinin nadide örneklerinden olmuş bir yazar. Tanıştırayım diyorum, zira 1918 doğumlu, yazarlık kariyerinin en verimli yıllarını 1950’lerde geçirmiş bu önemli yazar, bu ay itibariyle ilk kez Türkçede. Üstelik ona büyük ününü kazandıran tarihsel romanlarından biri olan “Günah Şehri”yle.
16. yüzyıl İtalyasında geçiyor “Günah Şehri”; Roma’nın yağmalanmasıyla sonuçlanan İtalya Savaşları sırasında. Kimler yok ki bu dönemin tarih sahnesinde… Michelangelo’dan şair Vittoria Colonna’ya, modern çağın en önemli tarih çalışmasına imza atan devlet adamı ve tarihçi Guicciardini’den Machiavelli’ye, hatta erotik edebiyata damgasını vuran şair, hiciv yazarı Pietro Aretino’ya uzanan bir zengin liste. Ancak kahramanımız tüm bu tarihi kişiliklerin arasında tanınmamış, silik, kimselerin dikkatini çekemeyen Giovanni Borgia. Çünkü Giovanni Borgia kim olduğunu bilmiyor, Giovanni Borgia hayatı ve bu roman boyunca, hatta romanın sonunda bile kendini, kimliğini arıyor. İtalyan tarihine damgasını vuran bir ailenin, kendi hayatına bile damgasını vuramayan silik varisi. İşte bu yüzden bir kahraman o, biraz kendini aradığı için, biraz karanlık geçmişini ve köklerini bir damga gibi üzerinde taşıdığı için ve biraz da kendini aramak üzere yola çıkan bir çağın insanı olduğu için…
“Borgia’yım ben; iki, belki de üç defa Borgia. Herkese göre soyum bir bilmece; bana göreyse bir sır … hayır, sırdan da öte, işkence. İtalya’da çeyrek yüzyıldır hiçbir isim Borgia’dan daha şeytanca gelmiyor kulağa; bunu bilmiyor olsam bile, her gün yeniden, yeniden öğrenirim. Şöyle ağız dolusu küfretmek isteyen “Borgia!” diyor. Şu acınası dönemi, Roma’nın yozlaşmasını, İtalya’nın çöküşünü bir kelimede özetlemek isteyen, öfkesini kusuveriyor: Borgia! Düzenbazlık, kokuşmuşluk, zina, kara büyü, cinayet, ensest: Borgia! Ağız dalaşı, nifak, şehirlerle krallıkların bitmez tükenmez kavgaları, kuzey ve güneyin aç gözlü yabancılarca istilası, nefret, tamah, yenilgi, açlık, felaket, veba ve yaklaşan kıyamet günü:Borgia!” İktidarını çoktan kaybetmiş bir hanedanın, düşmüş, düşkünleşmiş çocuğu Giovanni Borgia, işte böyle başlıyor kendini anlatmaya. Avrupa değişiyor, Ortaçağını geride bırakmaya, feodal düzenin yıkımını atlatmaya çalışırken bir yandan da Rönesansını hazmetmek için uğraşıyor. İktidar el değiştirirken, düzen değişiyor, kahramanımız da feodalizmin kaleleri bir bir yıkıldıkça hanedanlık üyeliğinden birey olmaya doğru gidenlerin sancılı yoluna düşüyor. Borgia’nın tüm çabalarının ve çaresizliğinin yanı sıra babasının kim olduğunu bilmemesi, bir türlü öğrenememesi ve bu bilmediği babanın kötülüklerinin bedelini ödemesi de burada Avrupa tarihine dair derin bir ironiyi barındırıyor.
Ailesi iktidardan düşünce İtalya’nın çeşitli dükalıklarından Fransa Sarayı’na oradan da Vatikan’ın himayesine savruluyor Giovanni. Ancak nereye gitse tekinsiz, nereye gitse güvenilmez, mesafeli ve netameli… Kendini hiçbir yere ait hissedemiyor, kendini hiçbir yerde evinde hissedemiyor. Bilmediği geçmişi, bilemeyeceği geleceğini de karanlıklara buluyor. Artık bir nişan, bir paye, bir mevki elde edemeyeceği, iktidara yaklaşamayacağı çok açık, ancak sıradan bir insan olarak varlık bulması da neredeyse imkansız. O, her anlamda araftaki insan. “Günah Şehri”, kimlik krizi üzerine yazılmış, bireysel bir varoluş öyküsü bu anlamda. Ancak yanlış anlaşılmasın Hella S. Haasse, anlattığı tarihi dönemi bu varoluş öyküsünün bir dekoru olarak kullanmamış. Onun yaptığı ve biz okurlarını da fazlasıyla büyüleyen şey, kahramanının varoluşuna, onun bütün sıkıntılarına, çelişkilerine nüfuz eden şeyin bizzat içinde yaşadığı dönem olduğunu bilmesi, metnini bunun üzerine kurması.
Haasse’nin diğer bir etkileyici özelliği inanılmaz zenginlikte ayrıntılara girerek, okurunu bunaltmadan aktardığı dönemin gündelik hayatına bizi davet etmesi. “Günah Şehri”, bir nevi tarihi roman dersi.
Yeni yorum gönder