Türk edebiyatının kanımca en “garip” yazarlarından biri Hüseyin Rahmi Gürpınar. Etkileyici, sürükleyici, mizahi ve bir o kadar karanlık fantastik romanlar yazmıştır. Neden? Fantastik diye bir şey olmadığını kanıtlamak, fantastiği ortadan kaldırmak için! Ömrünü ve edebiyatını; aklın, bilimin ve mantığın üstünlüğünü kanıtlamaya, dış-somut gerçekliğin mutlaklığını işaret etmeye adamıştır. Ancak yıllar geçer, nice romanlar kaleme alır ve aniden “ortada fenni, bedii, meraka şayan çok meseleler var… ruh muamması” deyiverir Hüseyin Rahmi Gürpınar. Ve Türk edebiyatına ilk gerçek fantastik romanı armağan eder: Ölüler Yaşıyorlar mı?
Gürpınar’ın Cadı’sının sayfalarında gezinirken, bu yazarın gün gelip fantastik bir roman yazacağını bilmek okumayı daha da tuhaflaştırıyor. Ancak onun bir yazar olarak geçirdiği değişimi, kendi karanlığıyla, içinde yaşadığı toplumun karanlığıyla yüzleşmesini izlemek ve en nihayetinde Doğu ruhunu fantastik aracılığıyla kavrayışını görmek bir okur olarak da, bir eleştirmen olarak da kuşkusuz büyük keyif veriyor.
Cadı, Gürpınar külliyatının en tipik eserlerinden biri hiç şüphesiz. Sokağın dilini edebiyata taşıyan, halk için, halkı aydınlatmak için konuşan, Doğu mistisizmine ve Batı özentisine bayrak açan, batıl itikatları yeren klasik bir Hüseyin Rahmi Gürpınar metni. Roman iki kadın arasında geçen uzun bir diyalogla başlar. Eşini genç yaşta kaybeden güzel dul Fikriye Hanım’a yengesi akıl vermektedir. Fikriye artık yasını bir kenara bırakmalı, ona ve çocuğuna sahip çıkacak makul bir kısmete varmalıdır. Bir kadın iki kere ölür, der yenge hanım; biri gerçek beden ölümüdür, diğeri ise otuz yaşını geçmesidir. Otuz yaşını geçen kadın cinsi cazibesini yitirmiş, bu anlamda yaşlanmış ve aslında ölmüş demektir. Öyleyse Fikriye elini çabuk tutmalı ve derhal gözünü kapatıp osuna busuna bakmadan evlenmelidir. Ne kadar ayak direrse diresin, yengesi harekete geçer ve kendince makul bir kısmetle Fikriye’yi evlilik hazırlıklarına başlatır. Ancak ortada bir tuhaflık vardır. Fikriye’nin talibi Naşit Nefi Efendi’nin ilk iki karısı ölmüş, diğer karıları da ardı ardına müstakbel damadımızdan boşanmışlardır. Bunun üzerine ayrıntılı tetkikler başlar ve cadı hikayesi ortaya çıkar. Naşit Nefi’nin ilk karısı Binnaz Hanım ölmüş ve ölür ölmez de bir cadıya dönüşmüştür. Ne Naşit Nefi’ye rahat verir ne de arka arkaya aldığı karılarına. O kadınlardan biri olan Şükriye Hanım’dan dinleriz bu garip hikayeyi. Şükriye Hanım iyi okullarda okumuş, birkaç dil bilen aydın, bilgili bir kadındır, babası da yine onun gibi bilime ve mantığa inanan aydın bir adamdır. İşte o yüzden baba-kız dedikodulara kulak asmamışlar, Naşit Nefi’yle nikahı onaylamışlardır. Gelgelelim cadı, yeni evlilerin hayatını gerçekten zindan eder. Ölmüş bile olsa kocasını kıskanmakta, üstüne gül koklanmasını istememektedir. Cadı var mıdır, yok mudur, belli değildir ama Şükriye ile Naşit Nefi’nin hayatları kesinkes mahvolmuştur, işte bu apaçık gerçektir. İş yatakları, derken odaları ayırmaya, hatta can korkusuna varır... Tekinsiz, eski bir yalı, ortadan kaybolan mücevherler, yarı bunak kötü bir kaynana, olur olmaz ortaya çıkan mektuplar, tüyler ürpertici mezarlık sahneleri, ruh çağırmalar… Hepsi cadı muammasını daha da içinden çıkılamaz hale getirir.
Kadınlar adına, kadın oldukları için sizden özür dilerim efendim!
Yazar hikayenin sonuna kadar, bu tür doğaüstü olayların gerçekte olup olamayacağı üzerine okuruna kafa yordurur. Bir yandan da Batı özentisi burjuva hayatını kıyasıya eleştirir. Gündelik hayat da nasibini alır bu eleştiriden, kadın erkek ilişkileri de, siyaset de, sanat da...
Cadı’nın hikayesi, romanın biçare kahramanı talihsiz Naşit Nefi Efendi’ye yıllar sonra olan biteni açıklayan komşusu Merhume Arandil Hanımın Büyük Oğlu A. Kadir Efendi’nin mektubuyla çözümlenir. Bu mektubun son satırlarında Kadir Efendi, Naşit Nefi Efendi’nin başına olmayacak işler açanların, bunu sırf kadın oldukları için yaptıklarını açıklar, onların kadınlıklarından ötürü Naşit Nefi’den özür diler! Anlarız ki işin özünde cadı demek kadın demektir ve kadınlar var oldukça aklın ve mantığın hükmü dünya üzerinde tam olarak geçmeyecektir. Kadın denen varlığın ruhu, bu noktada Doğu’yla, Doğu’nun ruhuyla özdeşleşir. Evet, Naşit Nefi de, onun yaratıcısı Hüseyin Rahmi de besbelli korkmaktadırlar. Aydınlığa adanmış hayatlarında korktukları şey karanlıktır elbette. Nurdan Gürbilek özellikle erken dönem erkek roman yazarlarımızın roman yazmakla, yaratıcılığın alanına girmekle kadınsı bir şey yaptıkları endişesini taşıdıklarını ve bu endişenin eserlerinde belirgin olarak işlendiğini söyler. Tabii kadınsı olanla, kadından gelenle savaşmak şeklinde. Hüseyin Rahmi Gürpınar’da da ve özellikle Cadı’da bu endişeyi apaçık görürüz. Kadınlar doğaüstüne inanmaya meyilli değillerdir sadece, yazar içten içe bilir ve hisseder ki kadın aslında doğaüstünün kendisidir! İşte hikayenin içinde neredeyse hiç iyi bir kadın karaktere rastlanmaması da, Kadir Efendi’nin neredeyse gülünç bir şekilde kadın oldukları için kadınlar adına özür dilemesi de tam buradan gelir.
Hüseyin Rahmi’nin romanlarında romanın akışında aniden ortaya çıkıp konuşan ve yazan pek çok karakter vardır. Bu karakterlerin Hüseyin Rahmi’nin kendisi olduğunu biliriz. Cadı’da da özellikle Kadir Efendi böyle bir roman karakteri. Hayal ve hakikat üzerine uzun uzun yazar Naşit Nefi’ye. Çeşitli akıl yürütmeler ve felsefe ışığında mantığın yolunu bulur, buldurur. Ancak sonunda her şeyi akıl ve mantıkla çözecek olmasına rağmen mektubun başı, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın yıllar sonra varacağı o beklenmedik noktayı işaret etmektedir: “Efendi! Bu dünyada hiçbir şey yoktur ki biraz tetkik ve tamik-i mahiyeti (niteliği derinleştirmek) cihetine gidilince derhal karşınızda na-kabil-i hal ve izah bir şekli muammai almasın… Bütün hayat, mekunat, kainat, ehemmiyetli ehemmiyetsiz görünen her şey… her şey birbirine girift birer muammadır.”
Yeni yorum gönder