Rıza Kıraç, sinema yazarı, eleştirmen ve yönetmen. Ama biz onu edebiyat okuru olarak, haliyle kaleme aldığı romanlardan tanıyoruz. Düşmüş Erkekler Masalı, Annemin Bahçesi, Dolphin Video, bu üretken yazarın edebi lezzeti yüksek, akla ilk gelen romanlarından. Ancak şu anda sayfalarını karıştırdığımız 2000 tarihli Cin Treni ile yazın dünyamıza girmişti Kıraç. On yıldan fazla bir zamanı devirdikten sonra bu üretken yazarın ilk romanını okumak, bir nevi zamanda geri gitmek gibi. Buyurun, cin trenine yeniden binelim…
“Cin Treni”, çıkar ilişkilerinin rahatlıkla pis işlerle birlikte anıldığı 90’ların ve 2000’li yılların o, iş dünyasından sanat dünyasına ve en önemlisi de politikaya tamamen sirayet etmiş komplocu, karanlık ve ümitsiz atmosferine götürüyor bizi. Bilinmeyenin bir oyuna dönüştüğü bu romanın kahramanı Muharrem, yüksek lisansını bitirip askerliğini de yaptıktan sonra İzmir’i bırakıp kendine İstanbul’da bir yaşam kurmaya karar vermiş. Üstelik İzmir’in ileri gelen ailelerinden birinin kızıyla nişanlı olduğu halde... Müstakbel kayınpederi Tahir Bey’in teklifini reddederek, İstanbul’da yaşayan gazeteci-televizyoncu arkadaşı Nahit’in aracılığıyla Mehdi Holding’de umduğundan da iyi bir pozisyonda iş bulması, Muharrem’in hayatını sonsuza kadar değiştirecektir ama...
Kahramanımız farkında olmadan holdingin sahibi Cemal Mehdi’nin cin trenine binmiştir çünkü. “Benim firmam, markan kar edecek, daha çok ithalat, daha çok ihracat, daha gelişmiş bir ülke, daha çok vergi, daha çok istihdam… Ama biz ne yapıyoruz, ne idüğü belirsiz bir trenin içinde yolculuk ediyoruz, üstelik trendeki herkes kendini cin sanıyor, herkes üçkağıtçı, herkes dalavereci, politikacısından bakkalına herkes cin… Zekan yerinde, gözün açık bileğin kuvvetli değilse yaşama şansın yok. Ama kimse farkında değil, cinler birbirini çarpmaz, çarpamaz…”
Ticari çıkarların her şeyden üstün tutulduğu bu dünyanın içinde ölümcül bir oyuna dahil olacaktır Muharrem. Önce Cemal Mehdi’nin başdöndürücü kızı Cécille ile hızla başlayan bir aşkın içine düşerek nişanlısı Ülkü’yü terk edecek, sonra da, karanlık bağlantıları sayesinde bir medya tröstünün yöneticisi olan ve haberci-tv yıldızına dönüşen arkadaşı Nahit’in de önayak olmasıyla sıkıntıdan patlayan burjuvanın yarattığı anlamsız bir cinayet oyununun oyuncularından biri haline gelecektir. Peki bu cinayet oyununun sebebi gerçekten de, paralarıyla ne yapacağını bilemeyen bir burjuva şımarıklığı mıdır, yoksa işin altında başka hesaplar mı döner? Kahramanımız roman boyunca bu sorunun cevabı peşinde koşarken, bir yandan da hem hayatta kalma mücadelesi verir hem de varlığını, etrafındaki insanları sorgular.
“Beni en çok etkileyen kitaplardan biri olan Moby Dick’te(sorum okuyanlar için) siz kimden yanaydınız? Kaptan Ahab’dan mı, yoksa Beyaz Balina’dan mı? Soruyu daha açık sorayım, katilden yana mıydınız, yoksa müstakbel maktulden yana mıydınız? Kafanız karışmasın, zaten öyle zor bir konu değil bu, ben ‘zeki ve güçlü’ olandan yanayım. Çünkü ondan gelecek her türlü ‘şer’ esasında içinde ‘hayır’ barındırır ve ilerici yanı ağır basar.” Gücü ve iktidarı ele geçirip en tepede kalabilmek için kendi çarpık felsefesini yaratan, zaaflarıyla, küçük ya da büyük hesaplarıyla ayakta kalmaya çabalayan kapitalist bilincin şahane bir simgesidir Muharrem’in arkadaşı Nihat. Kendi kabalığını ve görgüsüzlüğünü estetize etmeye çalışan bu türden yazılarıyla Muharrem’in içine düştüğü cinayet oyununa da yol göstermekten geri durmaz. Peki, herkesin aslında bu kadar açık oynadığı, kimin ne olduğunun bu kadar belli olduğu bir dünyada Muharrem nerede yer alır? Kimden yana koyar tavrını, ya da şöyle soralım, onun bu sistem içinde herhangi bir seçim hakkı var mıdır? İşte bu sorunun cevabı bizi romanın heyecanlı sonuna taşıyacaktır.
Rıza Kıraç, yeniden yayımlanan bu ilk romanında, hem polisiye romanın kalıpları üzerinde düşündürüyor bizi hem de yaşamın ve yazın sanatının oyuncu yanını vurguluyor, üstelik heyecanı ve gerilimi hiç düşmeyen bir tempoda… Sıkı bir kapitalizm eleştirisi olan Cin Treni’ne binmeye değer, derim…
Yeni yorum gönder