Düzülke, geometrik olarak bir iki boyutluluk hali. Her şeyin sade ve sadece çizgilerden, üçgenlerden, çokgenlerden ve nihayetinde dairelerden oluştuğu, derinliğin veya yüksekliğin olmadığı bir evrenin adı. Kulağa oldukça sınırlayıcı ve sıkıcı geliyor değil mi?
Hayal etmesi öyle pek de zor değil. Bir adım ileri gidip bir düş ya da eşsiz bir tesadüf sonucu bu ülkeye yolunuzun düştüğünü hayal edelim. Kareler, daireler, çokgenler içinde dolaştığınızı… Kuşkusuz burası için akıl almaz bir küre ya da bir küp olarak düzülkenin efendisi oluverirsiniz bir anda. Tabii size görebilen, görmek bir yana sizin varlığınıza inanan birilerini bulursanız o da… Geçtiğimiz yüzyılın psikanalistlerinin anladıkları ve bize aktardıkları gibi, hayat sade ve sadece algılayabildiklerimizden ibaret çünkü… Algılarımızı da çoğu zaman toplum belirler ve ne yazık ki hem fiziksel hem de zihinsel olarak sınırlarımız algılarımızın bir tezahüründen ileri gidemez… Dolayısıyla Düzülke'nin sakinleri için bir efendi değil, hiç olmayan ve hiç olamayacak olan haline gelir, eliniz boş, kendi üç boyutlu zengin evreninize dönersiniz. Tıpkı Düzülke'deki kahraman küre gibi…
Düzülke, Victorya döneminin önemli bilginlerinden ve son derece ağırbaşlı ilahiyatçılarından biri olan Edwin Abbott Abbott’ın elinden çıkma mucize kabilinden, etkileyici bir toplumsal eleştiri. Asimov’un da dediği gibi boyutların kavranma tarzına, insanlığın bugüne kadar bulabildiği belki de en iyi giriş yapıtı. Abbott, küçük, geometrik bir oyun kuruyor gözlerimizin önünde. İki boyutlu Düzülke'nin ortalama bir sakinini kahraman yapıp onu hem tek boyutlu hem de üç boyutlu evrenlerde gezdirerek zaman-uzam algımızı tartışıyor zekice, hem de aslında son derece ağır bir toplumsal eleştiriye imza atıyor.
Başta da dediğim gibi Düzülke, çizgilerden ve çeşitli geometrik şekillerden ibaret bir evren. Işık ve ses yok burada. Bu ülkenin sakinleri, şekilleri ne olursa olsun birbirlerini düz birer çizgi gibi görebiliyorlar ancak son derece hiyerarşik bir toplumda yaşadıkları için şekiller önemli. Zira burada yaşayanların şekline göre itinayla oluşturulmuş bir kast sistemleri var. Düz çizgiler toplumun en aşağı varlıkları sayılan kadınlar elbette. İkizkenar üçgenler ise toplumun en alt tabakasını temsil ediyorlar. Kenar sayısı arttıkça statünüz de artıyor burada, nihayetinde en önemli, en yüksek sınıf dairelerden oluşuyor. Peki statü kenar sayısına göre değişiyorsa ve zaten herkes birbirini düz bir çizgi olarak görüyorsa bütün bunların ne anlamı var, diyebilirsiniz? Çok anlamı var elbet ve Düzülkeliler birbirlerini tanımak için, duyma, dokunma gibi çeşitli zorlu yöntemler geliştirmişler. Üstelik karşınızdakini tanıma biçiminizi bile yine kast sistemi içine yerleştirmişler. Mesela dokunarak tanıyan ve tanışanlar tartışmasız üst sınıfın üyeleri oluyorlar.
Doğanın ve evrim yasalarının da belli bir desteği var bu sistemin yürümesinde. Bir ikizkenar üçgen birkaç kuşak içinde eşkenar üçgene dönüşebilir mesela. Ama heyhat, bir çizgi, yani bir kadın evrimsel olarak asla ilerleyemez. O, toplumun içinde her daim, hafızasız, yarı kör- yarı sağır ve cahil bir şekilde sadece üreme için varoluşunu en alt seviyelerde sürdürecektir. Üstelik de bütün bunlara rağmen Düzülke’nin gelişmiş erkeklerinin içine muazzam bir korku salmaya hep devam edecektir.
Gelelim kahramanımıza… Onun bize Düzülke'nin varlığını ve yapısını anlatmasının sebebi hayatına tuhaf bir şekilde giren bir küre. Kahramanımız ona Lord Cenapları diye hitap ediyor. Lord Cenapları bu iki boyutlu varlığa üç boyutun varlığını kanıtlıyor elbette ama o da ne, eğer üç boyutlu bir evren imkanlıysa, dört boyutlu hatta çok boyutlu evrenler de mümkündür,
çıkarımını yapan kahramanımıza öfkeleniyor. Lord Cenapları’na göre dört boyut düşüncesi imkanı olmayan bir saçmalık. Tıpkı iki boyutlu ülkede yaşayanlar için üç boyutun, tek boyutlu ülkede yaşayanlar için iki boyutun imkansızlığı ve anlamsızlığı gibi… Bu noktada Abbott, eleştirisini daha da derinleştiriyor. Çünkü, ortada sadece bir boyutları kavrama
durumu yok. Yazarın meselesi insan zihninin sınırlılığı, insanın sınırlara karşı yaklaşımı.
“Sınırlama, fiziksel özellikleri nedeniyle varlığın doğasındaysa, o varlık bu sınırlamayı nasıl aşabilir? İnsan doğuştan kör birine rengi, doğuştan sağır birine müziği nasıl anlatabilir? İnsan ışığın veya sesin farklı dalga boylarını açıklayabilir; dokunma gibi denenebilen duyumlardaki ince ayrımlara başvurabilir. Zekaya dayanan bir anlayışa ulaşabilir belki. Ama bu, birkaç saniyeliğine olsun bir bahçenin görülmesi veya Beethoven’in bir senfonisinin duyulmasının doğuracağı anlama düzeyiyle asla karşılaştırılamaz.” Isaac Asimov, Düzülke için kaleme aldığı Sınırlamalar adlı yazısında işte böyle altını çiziyor hikayenin meselesinin. Neticede ise sınırları aşmak yerine, boyutlar arası gezen talihsiz kahramanımızın hazin sonuna varıyoruz.
Peki sizce Düzülke nerededir? O içimizdeki, basmakalıp, önyargılarla dolu, sınırlı, sınırlayıcı yerde değil mi? Hem zihnimizin hem de gönlümüzün en çorak yerinde… Abbott’un kültleşmiş yapıtı o çorak yeri sulamak için son derece eğlenceli, şahane bir fırsat. Nefis çevirisi, Asimov’un kafa açıcı giriş yazısı da cabası.
Düzülkenin efendisi, şu sıralar kendimle yaptığım sohbetlerle ancak bu kadar örtüşen bir kitap galiba:) yazdığınız eleştiriyi okuyunca, bazen kitaplar gelir seni bulur diyenler haklı dedim. Emeğinize sağlık. En kısa zamanda okuyacağım:)
Yeni yorum gönder