“Lavinia”, erkeğin dilinde hapsolmuş, kahramanlar çağının kahraman olamamış kahramanı, sessiz, dilsiz, soluk bir görüntü. Bir kadın, bir kraliçe; kadim Roma İmparatorluğunun temelini atacak kralların dölyatağı... Lavinia gölgelere ait belki, ama gölgelerin de bir var oluş şekli var, onları gören gözler, gördüklerini yazan kalemler... Fantastik edebiyatın büyükannesi, yaşlı dişi kurdu Ursula K. Le Guin, Türkçeye yeni çevrilen son romanında kadim yılların artık efsane olmuş bir kahramanlık hikayesinin içinden çekip çıkarıyor Lavinia’yı, gölgelerden gün ışığına doğru el veriyor, sonsuz sessizliğinden söze dönüştürüyor onu. Kılıç şıkırtıları, erkeklerin zafer ve ölüm naraları arasından, kutsal ateş etrafında ilahiler söyleyenlerin sesleri yükseliyor; kaynak sularının, göllerin, denizlerin ve dağların yüreğini dillendirenlerin sesleri...
Vergilius’un epik şiiri “Aeneas”tan çekip çıkarıyor Lavinia’yı Le Guin. Kahraman Aeneas’ın karısı ve oğlunun annesi olan Latiumlu Lavinia’yı şairinin elinden alıyor. Zira şair için Lavinia onu isteyen taliplilerinin karşısında yanakları kızaran saf bir bakireden, adına savaşlar yapılsa da sembolik zarif bir imgeden ibaret sadece. Le Guin işte tam buradan hareketle, eril dile hapsolmuş dişil var oluşun kapılarını açıyor, şiiri düzyazıya, kahraman dediğimiz şeyi ikincil bir öğeye dönüştürüyor. Ancak yanlış anlaşılmasın, yazarın yapmaya çalıştığı şey Vergilius’un Aeneas’ını ters yüz etmek, onu bir yapıbozuma tabi tutmak değil. Sadece bir erkek şair yerine, kadın romancı yazsaydı eğer bu efsaneyi, neler olurdu, onu göstermek. Öyle de oluyor. “Lavinia”, kadın elinden çıkma, kadınsı bir anti-kahramanlık destanı olarak edebiyatın büyülü döl yatağındaki yerini buluyor.
Ona düşen büyük bir destanda, küçük, küçücük bir rol. Ama başlangıçta Lavinia’nın bundan haberi yok. Oğullarını kaybetmiş deli bir anneye, tüm sevgisini kızına vermiş, şefkatli, onurlu ve adil bir kral babaya sahip, saf bir bakire olarak çıkıyor karşımıza ilk önce. Ancak babasının inşa ettiği barış döneminin sınırında, kaynayan küçük bir kazanda yaşamakta, üstelik bunun fena halde farkında. Ardı ardına çıkan güçlü ve nüfuzlu taliplerden birini seçmek zorunda. Bu göstermelik değil, gerçek bir seçim Lavinia için. Çünkü onun içinde yaşadığı toplulukta kadınların da bir sözü var, geçerli bir söz bu üstelik. Lavinia’nın seçimi, seçmemek oluyor. İnsanların, yıldızlara, kutsal ateşin alevlerine, kuşların seslerine, denizin köpüklenen dalgalarına ve rüyalara kulak verdiği, onlara bakarak şimdiye ve geleceğe dair kehanetlerde bulunduğu bir çağda yaşıyor çünkü o.
Babasıyla tanrılara kurban kesmek için sık sık gittikleri Albunea ormanının derinliklerinde bulunan kutsal sunağın, o şifalı suyun çıktığı pınar başında yaşadıkları Lavinia’yı talipleri arasından seçim yapmamaya yöneltir. Burada yüzyıllar ötesinden ona seslenen şairiyle tanışacak ve hayatını öğrenecektir. Ölüm döşeğindeki şairin ruhu Lavinia’yla buluşur, çünkü onu çağırabilecek kadar güçlü tek kahramanıdır aslında. Şiiri yarım kalmıştır, özellikle de Lavinia’yla yüzleştikten, bu hiç fark edemediği kadın kahramanını tanımaya başladıktan sonra. Artık çok geçtir ama şiirini Lavinia’ya okur. Ve işte bu andan sonra Lavinia’nın önünde kurguyla gerçeklik arasında gidip gelen o bıçak sırtı yol açılır. O artık bir başkasının gerçekliğinde yaşadığının farkında olan bir kadındır, yazılı kaderini değiştiremeyecektir belki ama onun içini nasıl dolduracağı, işte o kendine kalmıştır. Lavinia, söze karşı ses olur böylece, ölümlü kahramanlara karşı, ölümsüz bir anti-kahraman. Yazar bu noktada eril dile hapsolmuş dişil bilince fantastik bir çıkış noktası gösterir. Kendi sözünü arayan kadını, kadın yazarı, sözün ardındaki sese çağırır. Fantastik kurguyu iç benliğin dili olarak öneren Le Guin, Lavinia’ya, bu dindar pagana kehanetleri, rüyaları, gölgeleri verir. Ta ki o, evi süpürmek, kutsal ateşi yakmak, tahıl ambarlarıyla ilgilenmek, çocuk büyütmek, kumaş dokumak gibi kadınsı işleri ibadet edercesine yapmanın yanı sıra, gücü, öngörüsü ve rüyalarıyla; kehanetleri hatta yazgıyı okuma yeteneğiyle kendi olağanüstülüğüne erişene dek, tıpkı Yerdeniz Büyücüsü’nün Tenar’ı gibi, tıpkı Le Guin’in kendisi gibi.
“Bilgiye, kendimizi bilmeye ihtiyacımız var. Kendimizi ve gölgemizi görmemiz gerekir. Çünkü gölgemizle yüzleşebiliriz; onu kontrol edebilir, onun rehberliğini kabul edebiliriz; böylece belki de büyüdüğümüzde, güçlenip toplum içinde sorumlu yetişkinler olduğumuzda, dünyada yapılan kötülükler, katlanmak zorunda olduğumuz adaletsizlikler, azap ve acı karşısında ve o en sondaki nihai gölge karşısında, çaresizlikle teslim olmaya ya da gördüklerimizi inkar etmeye daha az eğilimli oluruz.” Diyordu Le Guin “Kadınlar, Rüyalar ve Ejdarhalar” adlı deneme kitabında. Fantastik edebiyata dair yazdığı bir denemede yer alan bu sözler Lavinia’ya dair de pek çok ipucu içeriyor. Gölgelere hapsettiğimiz, sessizliğe yazgılı dişil bilincimizle yüzleşmeyi öneren ve bunu pek çok romanıyla edebiyat alanında gerçekleştirmeye çalışan Le Guin’in “Lavinia”sı ister yazarın hayranlarından biri olun, ister onunla yeni tanışacak bir okur, şahane bir kitap... Ve ne mutlu ki Le Guin’in yazarken elinin hala hiç titremediğinin kanıtı...
vallaha hiç bi şey okumadım
Yeni yorum gönder