Hayat dediğimiz bir karanlık yolculuk, bizi belki de ışığa götüren. Belki diyorum çünkü, karanlıklar içinde yolunuzu bulduran bir ışık mutlaka olmalı da ondan. İster yolun sonunda, ister yol boyunca, fark etmez. Karanlık da, ışık da bakidir ne de olsa... Nalan Barbarosoğlu’nun öyküleri bir büyük yolculuğa dairdir. Yol karanlıksa karanlığı, ışıklıysa ışığı anlatan; insan ruhunun kendine, gerçeğine dönük öykülerdir bunlar. Işığında da, gecesinde de yolu göstermeye muktedirdir yazar. Ve işte bundandır ki böylesine başarılı olması, öykülerinin üzerimizde bunca iz bırakması...
“Yol Işıkları”, Nalan Barbarosoğlu’nun “Ne Kadar da Güzeldir Gitmek”le başlayan öykü yolculuğunun beşinci durağı. Adından da anlaşılacağı gibi “Yol Işıkları”nda yer alan öyküler, öykü kahramanlarının kendi kişisel yolculukları içerisinde biraz soluklanıp bize doğru baktıkları an’lara odaklanıyor.
Barbarosoğlu’nun öykülerinde kahramanlaşan karanlığın iki kaynağı var: Birincisi doğadan kopukluğumuz ve bu kopukluğun ruhumuzda yarattığı boşluklar, diğeri ise içinde yaşadığımız sistem ve o sisteme ait kurumların yani, ailenin, okulun, şirketlerin üzerimizde yarattığı derin mutsuzluklar. “Yol Işıkları” öyküleri insan ruhuna dönük ama yazar oradan, o sorunlu ruh içerisinden doğaya dair bir şeyler bulup çıkarmayı pekala biliyor. Kalp Ağrısı adlı öykünün başlangıcında olduğu gibi: “Güneş kalenin ardından daha incecik ışıklarıyla kuşları havalandırıp gökyüzünü nakışlarken ben de gözlerimi açarım. Kalkamam tahtımdan. Sabah rüzgarının yüzümde tülbent inceliğinde dolaşmasını severim, ovayla göz göze yarenlik etmeyi de. Baktığınızda, ta uzakta toprağın bulut, bulutun toprak olduğu bu ova, nefes aldığım yer. Kendimden taşıp taşıp yine kendime akmak, bana ovadan miras. Ve bunu kadim bir sır gibi saklamak da.”
Barbarosoğlu’nun öyküleri sadece benliğin alt yüzüne dönük değil elbette. Toplumsal bilincimizi etkileyen güncel olaylar da öykülerinde yer buluyor; toplumsal bilinçaltımıza eklemleniyor, tıpkı “Tutuşan Temmuz” ile “Ateşten Bir Top” adlı öykülerde olduğu gibi. Topluma sirayet eden olayların tek tek bireylere nasıl yansıdığı ve bu anlamda nasıl tekrar toplumsallaştığı üzerine yazılmış öyküler bunlar.
Hemen her öyküde görülüyor ki öykü kişileri bir başka öykü kişisine sesleniyorlar, çoğu zaman seslerinin duyulmayacağını bile bile. Kimi zaman gönderilmemiş bir mektupla oluyor bu sesleniş, kimi zaman için için yanan seslendirilmemiş bir sitemle. Kimi zaman da öykü kişisinin yaşamını başlı başına bir sitem mektubuna dönüştürdüğünü görüyoruz, yazdıkları ve yazmadıklarıyla, söyledikleri ve söylemedikleriyle... “Sana yazdığım ve bir tanesini bile okumadığın mektupları gösterişli bir törenle yakmamın üstünden kaç yıl geçti acaba?.. Bir Pazar sabahı. Gece denli karanlıktı pencerenin arkası, yağmurun sis gibi indiği bir sabahtı... O sabaha ilişkin sadece bunu anımsıyorum. Tabii bir de mektupların yanışı... Alevlerle kıvrılan kağıt tomarları... Siyah, simsiyah bir yığın küvetin içinde... Ve dumanın fayanslarda kara bir iz olarak kalması günlerce...Islak bir is kokusu evde. Şimdi düşünüyorum da, sana yazılmış mektuplardan bir ömür yaşamışım ben.” Bu, bir başkasına seslenme hali ki Barbarosoğlu’nun öykülerini böylesine dokunaklı kılan belki de.
Üstelik her şey bir yana, yazarın öyküleri aracılığıyla ciddi bir toplumsal eleştiri kurduğunu da görüyoruz. İçinde yaşadığımız sistemin tek tek bireyler üzerinde bıraktığı kırıklığın resmini çekerken değişime, köklü bir değişimin gerekliliğine dair de sinyaller veriyor. Bu noktada, Nalan Barbarosoğlu’nun öykülerinden aldığımız edebi lezzet işlevselleşiyor, başka bir dünya mümkün mü, sorusuna dair kendimize ait cevaplar üretmeye başlıyoruz. Kısa süreliğine de olsa, edebiyatın ışığında anlam kazanan bambaşka bir dünyaya sahip oluyoruz.
Yeni yorum gönder