Yazar ve eleştirmen, yaratıcı yazı ve eleştiri. Diğeri olmadan anlamını kaybeden, yarım kalan, öksüz kalan verimler... Fazla söze ne gerek, Füsun Akatlı’nın ardından yaratıcı yazınımız da, yazarımız da bir parça öksüz artık. Ne mutlu ki, ardında bıraktıkları var: “Felsefe Kıyılarında”, “Tenha Yolun Ortasında”, “Öykülerde Dünyalar”, “Zamana Direnen Şiir, Zamanı Yaşatan Roman”, “Sis Lambası”, “Kültürsüzlüğümüzün Kışı”, “Felsefe Gözlüğüyle Edebiyat” ve diğerleri var... Deneme ile eleştirinin örtüştüğü alanlarda ustalıkla yazan, yapıtı her zaman öne alan tavrından vazgeçmeyen Akatlı’yı, onun bu yönlerini en çok ortaya çıkaran çalışmalarından biriyle, “Felsefe Gözlüğüyle Edebiyat” adlı şahane kitabıyla uğurlamak, sözü daha çok ona bırakmak istedim...
Denemeye yaklaştırıyor gözlüklerini evvela Füsun Akatlı. Edebiyatın en ilgisiz alakasız kalmış çocuğuna: “Bizimki gibi okumayı-yazmayı, öğrenmeyi pek sevmeyen, merak etmeyen, kıta kanaati erdem bellemiş toplumlarda en az rağbet gören edebi tür denemedir. Meraksıza vaat edeceği fazla birşey yoktur deneme türünün (...) talep neredeyse yoktur bu türe. Ama niceliksel olarak pek cılız kalan talep, yüksek niteliklidir. Deneme okumanın zevkine varmış okurun beklentisi fazladır. Hem ilgisinin çekilmesini ister, hem rafine bir dil ve üslup zevki arar, hem mizah duygusuna sahiptir ve tadına varır, hem de boş lafa, kuru gürültüye pabuç bırakmayacak kadar uyanıktır.” Deneme türünün bu topraklar üzerindeki anlamına böylesine duru bir şekilde yaklaşan Akatlı, Şadan Karadeniz’den Hilmi Yavuz’a, Tahsin Yücel’den Leyla Erbil’e son dönem deneme türünde eserler veren yazarlara odaklanıyor. Tahsin Yücel’in denememelerinde bulduğu felsefi temelde, Hilmi Yavuz’un türü bir okuma şöleni haline getiren derinliği ve yeteneğinde, Leyla Erbil’in sistemsiz, sistem karşıtı denemelerinin zihin açıcılığında, Mehmet H. Doğan’ın edebiyatı mesele haline getiren bakış açısında ve tüm diğerlerinde, son yılların deneme edebiyatının derinlikli bir haritasını çıkarıyor önümüze.
Denemenin ardından hikaye geliyor. Nezihe Meriç, Selim İleri, Tomris Uyar, Abidin Dino, Murat Gülsoy, Selçuk Baran... Romanlarının ve diğer eserlerinin yanı sıra öykü alanında da sözü geçen yazarlar Fusün Akatlı’nın eleştiri süzgecinde. 70 yıllarda kadın öykücülerle büyük bir yükselişe geçen öykünün o zamandan bu zamana gösterdiği gelişimi, o yılların günümüze düşürdüğü ışığı irdeliyor, türün romanın karşısında zayıf kaldığı gözlemlense de niceliksel olarak giderek yetkinleştiğini söylüyor yazar. Umut... Başta öyküye dair olmak üzere yazarın tüm eleştiri-denemelerine damgasını vuran hissiyat hiç şüphesiz... “Çoğu zaman tıbbi çağrışımlı metaforlarla belirtildiğine tanık olmuşuzdur bu durumun: ‘Roman ölüyor’, ‘Şiire kan değişikliği gerekiyor’, ‘Öykü can çekişiyor’ gibi! Klasik, modern, postmodern, etiketlerinin üretilmesine de, bu çeşit saptamaların yaygınlık kazanmasını izleyen ‘reanimasyon’ girişimleri yol açmış olabilir diye düşünüyorum. Oysa, etiketi ne olursa olsun, varlığını sürdüren –sürdürmesi için çalışılan- şey, kendisinden ümit kesilen edebiyat (veya genel olarak sanat) türünün sanatsal özü değil midir? Ve eğer öyleyse, tükenen, ölen, can çekişen, türün kendisi değil; sanatsal değeri ve dolayısıyla yaşama şansı düşük olan ürünleridir diye düşünmek akla daha yatkın gelmiyor mu? Bu çeşit ürünlerin çoğalması ve ‘iyi’leri azınlıkta ve gölgede bırakmasıyla uyanan umutsuzluk ve kötümserlik olmasın, sanatın hayatına yönelik bir tehdit arayanların paniğinin kökeninde? (...) Bu çeşit düşünceler ve benzerleri, edebiyat ortamının en kısırlaşmış göründüğü dönemlerde bile, beni hep bütünsel bir umutsuzluktan geride tutmuştur. (...) Bilirim ki, sanat, edebiyat ölmedikçe, onların dalları-türleri de ölmez.”
Ve roman... Füsun Akatlı “Osmanlı’ya Romandan Bakmak”la yaklaştırıyor gözlüğünü romana. Tarihsel roman, tarihsel gerçeklik/roman gerçekliği, kurmaca ya da yapıntı kavramları üzerinde yeniden düşünmenin bir vesilesi olarak ele alıyor romanımızdaki Osmanlı furyasını yazar. Ve kendi kurmaca tarihini üreten romanı öneriyor okurlarına. “Tarih sanki sarsılmaz bir yapıymış gibi karşımızda monolitik bir bütün olarak duruyor mu? Bırakın nesnel tarihi, ülkelerin, milletlerin tarihlerini; kendi öznel tarihimiz tutarlı, çizgisel bir sunuyor mu? Tarihi okurken, anlarken, tasarlarken, biraz da yeniden kurmuş olmuyor muyuz? Oluyorsak, bu bizim kurduğumuz tarih, öteki ‘The Tarih’ten niçin daha değersiz, daha önemsiz olsun? Çok basitçe ifade etmeye özen gösterdiğim bu çeşit sorularla didik didik uğraşmaya verirseniz kendinizi, gerçeği ayna gibi yansıtmak ya da gerçeğe bire bir sadık kalmak gibi bir sorunu olmayan romancıyı daha iyi anlarsınız. Niçin bir tarih de o yazmasın? Hem de okuduğumuz bütün öbür tarihlerden çok daha anlamlı, çok daha eğlendirici bir tarih? Tarihsel romanın günümüzdeki kışkırtıcılığı buradan kaynaklanıyor sanırım. Kurmaca üretirken, kendi de bir kurmacadan başka birşey olmayan bir tarih parçası üretmek.”
Yazar, Mehmet Eroğlu, Orhan Pamuk, Selim İleri ve Sabahattin Ali’nin romanları üzerine yazdıklarıyla devam ediyor romanı irdelemeye. Romanın ardından da şiir geliyor nihayetinde. Mitostan imgeye Melih Cevdet Anday, felsefesiyle Fazıl Hüsnü Dağlarca Akatlı’nın eleştiri süzgecinden geçip bize geliyorlar...
Füsun Akatlı, şimdi her neredeyse huzur içinde olması temennisiyle...
Yeni yorum gönder