Heba… Hiçbir işe yaramadan yok olmak, boşa gitmek… Arapçada eskimiş anlamında… Yani bir süreç işi, heba. ‘Ziyan’da olduğu gibi bir anlık bir şey değil, boşluğa, dalgınlığa gelecek gibi hiç değil. Heba edilen, heba olan her neyse, kendine ait bir zamanı var, bir saat, bir ay, bir yıl ya da belki de en fenası bir ömür. Bir roman adı olarak da iç burkuyor, yürek yakıyor, bir hikayenin temel izleği olarak da… Ancak her şeye rağmen bu kelime bir haber olarak içimizi sevinçle de doldurabilir tabii; Türk edebiyatının usta romancılarından Hasan Ali Toptaş son verimi Heba ile karşımızda.
Heba, Hasan Ali Toptaş okurunu şaşırtacak bir roman. Kurgusu, dili, hikayenin işleniş biçimi ve hatta meselesi, yazarın diğer romanlarından oldukça farklı. Okuru uzaklaştıracak bir farklılık değil sözünü ettiğim, belki tam tersine yazara yaklaştıracak, hani elinizi uzatsanız dokunacakmış gibi yakınlaştıracak bir farklılık. Kahramanımız Ziya, şehirden kırsala, doğaya gitmeye çalışan bir yalnız adam. Boyu ne kadar uzun olursa olsun toprakla aynı boydaymış gibi görünen, güneş altında dursa bile üzerinde tuhaf gölgeler taşıyan bir adam. Onu, şehirden çıkmaya, bu büyük adımı atmaya başladığı anda tanıyoruz; evinin anahtarını evsahibesine teslim edecek ve şehri terk edecek. Ancak şehir, öyle kolay kolay adamın yakasını bırakmaz. Ya da şehir demeyelim de, belki insan, insanlık, insan-oluş… Evsahibesi Binnaz Hanım’ın rüya-masal-yalan olabilecek, ve tam da bu nedenle, bir o kadar gerçek, bir o kadar vahşi hikayesini yanına almak zorunda şehirden giderken Ziya. Yanına alacağı başka hikayeler de var tabii; çocukluğu, çocukluğunun öldüğü gün, ülkenin sınırında askerlik yaparken heba olan gençliği ve diğerleri…
İnsanlıkla nasıl baş eder insan
Yüzeyden bakıldığında doğaya kaçış romanı gibi görünse de, aslında doğaya kaçışa, doğayı kavrayışa değil, insana dair bir roman Heba; insandan, insanlıktan kaçamayışın romanı belki de… Çünkü Ziya için dipsiz bir ormanın kıyısında yaşamak, yeşile çevirmek gözlerini yetmiyor, kurtarmıyor onu. Hatıraları da, hatırlamak istedikleri ve istemedikleriyle hep yanında; ve insanlar, o ne kadar dışında tutmak istese de kendini hep etrafta… Kendi insanlığına gelince, sanırım zaten baş edilemez olan, kaçınılmaz olan en önemli şey de o. Peki insanlıkla nasıl baş eder insan? Romanın kanımca temel sorularından biri bu. Yazarın Heba aracılığıyla bize verdiği cevap ise üzerinde düşünmeye değer. Dil ile susmayı öneriyor, susmayı deniyor Toptaş. Ve sessizliğin dayanağını doğada arıyor. “Yeşil kokular saçan nemli bir sessizlikti bu, karanlık bir sessizlikti, çeşitli engebeleri, çeşitli kapıları ve koridorları varmış gibi görünen derin ve meçhul bir sessizlikti ve Ziya o anda bu sessizliğin gelip içine dolduğunu hissediyordu adeta. Derken, bir daha asla var olmayacak olan yeryüzünün ilk sessizliğini düşündü orada ve yanı başında oturan birisi varmış gibi, hakikaten, acaba o sessizlik nasıl bir şeydi, diye mırıldandı. Sonra, yoksa daha sonraki sessizliklerin hepsi irili ufaklı parçalar halinde hep o yeryüzünün ilk sessizliğinden mi kopup geliyor diye düşündü bir süre. Hatta bazı sessizlik çeşitlerini de geçirdi içinden; bir çocuk telaşıyla, acı sessizlik, ıslak sessizlik, derin sessizlik, ince sessizlik, ağır sessizlik, uzak sessizlik, dolu sessizlik, sıcak sessizlik diye peş peşe bir hayli saydı.”
Yukarıda sözünü ettiğim, yüzey ve derinlik meselesi de önemli tabii. Toptaş verdiği bir söyleşide, “Derinlik nasıl yüzeye çekilebilir, yüzeye nasıl saklanabilir, diye kendime sorduğum bir meselem vardı,” demiş. Heba, hikayesinin işleniş biçimiyle gerçekten yüzeyde geçen, sanki yüzeyden derine işlemeyen bir hikaye gibi; şaşırtıcıdır ki, dili de böyle. Ebe Nine, Hulki Dede ve Binnaz Hanım gibi bazı karakterler var, gerçeğe hiç uymayan biçimde konuşuyor, neredeyse yapmacık bir halle geziyorlar hikayenin içinde bunu desteklercesine. Onların yapmacık duruşu, yapmacık sözleri zaman zaman bizi hikayenin dışına iter gibi oluyor, hikaye ile aramıza mesafe koyuyor. Ancak yine de sanırım esas şaşırtıcı olan hikayesi, dili ve bazı karakterleri bunca yüzeyde gezen bir romanın böylesine içe işlemesi ki, yazarın meselesini bu şekilde hallettiği izlenimini doğuruyor.
Ziya hatırlıyor, biz unutmak istiyoruz…
Romanın en uzun bölümü “Sınır”. Ziya’nın 70’li yıllarda Suriye sınırında geçen askerlik anıları damgasını vuruyor romana. Suç, cinayet, güç, insanların birbirine kurumlar aracılığıyla koyduğu ast-üst sınırları, mantık, mantıksızlık, sefalet ve eril bilincin birbirini çiğneyerek her an yeniden ve yeniden varoluşu, kendi kendini inşa etme biçimi... Ziya hatırlıyor, biz unutmak istiyoruz; Toptaş yazıyor, biz silmek istiyoruz her satırını. Orada heba oluyor kahramanımızın gençliği, erkekliği, tüm dişil yanı; ve orada bulacağı dostluk, yapıp da unutacağı ya da belki de hiç yapmadığı bir iyilik Ziya’nın sonu oluyor çünkü. Sınır’da yaşananlar, anlatının ötesine geçiyor, orada rüyanın da, doğanın da, hayallerin de sesi kesiliyor. Bu defa da, gerçeklerin ağırlığı sözü susturuyor ve sesleri siliyor sanki.
Ve bütün hikayeyi, bir yaşamın heba oluşunu tamamlayan, gözleyen, izleyen, başkası öldürmesin diye öldürülen, ölmeyen kuş… Heba’nın mistik, tasavvufi imgesi. “Çıplak ve nazlı bir dalgınlıktan ibaret,” tıpkı heba oluşun kendisi gibi. Heba bitiyor, onun çıplaklığı ve nazlı dalgınlığı kalıyor üzerimizde; unutuyoruz şehri, kırsalı, insanlığı, tüm kahramanları, kahramanlık denen şeyi, en başta da Ziya’yı. Ziya’nın görmesi yıllarını alan bakışıyla bakıyor bize, canım kuş gözleriyle…
(Manşette kullanılan görsel buradan alınmıştır.)
Yeni yorum gönder