1961 yılında Kuzey Irak’taki Zagros Dağları’nda yapılan kazılarda 60-80 bin yıllık bir mezar bulunur Shanidar Mağarası’nda. Cenin pozisyonunda gömülmüş 35 yaşlarında özürlü bir erkeğin mezarıdır bu. Yapılan incelemelerle, bu Neandertal insanın gömülürken etrafına şifalı bitkiler konulduğu da tespit edilir. Peki ne anlama gelmektedir bu bitkiler ve cenin pozisyonu? Bugün bazı bilim insanlarının insan olarak bile kabul etmediği Neandertaller zamanında bile, yani günümüzden 60-80 bin yıl önce bile insanın öteki dünyayı, öteki dünyaya geçiş biçimlerini düşünüp ritüeller yarattığını çıkarabiliriz pekala. Yeniden doğumu temsil eden cenin duruşuyla ve kim bilir belki de bu dünyadaki özürlü halini öteki dünyada iyileştirmesi için yanına konulan şifalı bitkilerle uğurlanmış bir adam… İnsan bilinci neredeyse insan bile sayılmazken ölümü kavramış, ölümü bilmiş ve öteki dünyayı bir ihtimal olarak yaratmıştı belli ki. Geçtiğimiz günlerde arkeolog İsmail Gezgin’le çıktığımız düşünsel bir arkeolojik yolculuğun sonunda uzun uzun konuşmuştuk, ölümün bu dünyayı dönüştüren bir bilgi, bir bilinç olarak insan zihnini nasıl etkilediğini; inancı, dini, kültürü nasıl yarattığını, belki de zorunlu olarak nasıl şekillendirdiğini. José Saramago’nun Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş'u işte tam da bu yolculuk üzerine, belki de bir kehanet gibi geldi ve yolculuk boyunca atladığımız çok önemli bir soruyu soruverdi: Ya ölüm olmazsa?
Ölümün olmadığı bir ülke düşünün. Ya da daha doğrusu ülke sınırları içinde ölümün işini yapmaktan aniden vazgeçtiğini. Önce bir mucize duygusu, sonra bir felaket… Yaşamı ölüm üzerinden yaratmış insan bilinci, ülkeleri, devleti, toplumu ve kültürü de ölüm üzerinden kurguluyor elbette. Saramago’nun ülkesinde de durum aynı ve işler derhal arapsaçına dönüyor. Devlet erkanı, din kurumunun ileri gelenleri birbirine giriyor... Toplumsal kurumlar ani bir çöküşten sonra yavaş yavaş kendilerine gelmeye başlıyorlar ama. Cenaze levazımatçıları, hastaneler, huzurevleri, sigorta şirketleri parlak fikirleri ve tüm ikiyüzlülükleriyle ölümün olmadığı bir hayatı düzenlemeye başlıyorlar. Lakin insan ruhunun ölüme gidişi yine de o kadar ısrarcı ki çeşitli illegal yollarla ölüm bulunuveriyor. Ölmek isteyenler ülke sınırları dışına çıkıp ölüyorlar. Nihayetinde bu hareketi yönlendirmeye başlayan mafya, devletle anlaşıp ortaklaşa işi çekip çeviriyor. Peki nereye kadar? Elbette ölüm kendi rızasıyla geri gelene kadar.
Bir kahraman olarak “ölüm”
Saramago’nun biçem denemeleri meşhurdur. Bu romanında da kahramansız bir anlatının içine giriyoruz uzun sayfalar boyunca. Kahramanımız, bir anda ortadan kaybolmuş olan “ölüm,” sonlara doğru ortaya çıkıyor ve anlatının biçimi de hayli değişiyor. İkinci tekil kişinin ağzından bir kahraman olarak “ölüm”ün hikayesini dinlemeye başlıyoruz. Genellikle nokta ve virgül dışında noktalama işaretleri kullanmayan yazar bu romanında da aynı şekilde davranıyor ve hatta noktayı mümkün olduğunca az kullanıyor, virgüllerden sonra kullandığı büyük harflerle anlatının ritmini, vurguları dönüştürüyor.
Biçim olarak yazarın Körlük'ünü anımsatıyor Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş. Tıpkı Körlük'te olduğu gibi bir adamla başlayan ve herkese yayılan durum, bu romanda da bütün ülkeyi kısa sürede saran bir armağan/felaket ikilemi üzerine kuruluyor. Politik eleştiriden felsefi akıl yürütmelere uzanıyor Saramago; bir kurum olarak dini, inanış biçimlerini, felsefeyi, doğum/ölüm ekseni üzerine kurulan toplumsal yapıyı ölüm üzerinden sorguluyor. Öyle görünüyor ki hepsinin, hepimizin ölüme fena halde ihtiyacı var. Felsefe yapmak da, işleyen bir devlet-toplum sistemi kurmak da, dini inanç da ve hatta başlı başına yaşamanın kendisi de ölmeyi öğrenmektir, diyor Saramago.
Hal böyleyken ve Saramago’ya katılmamak elde değilken; “ertesi gün hiç kimse ölmedi,” diye başlayıp biten bir hikaye düşünün, ya da hayat... Sizce nasıl olurdu? Bildiğimiz kadarıyla en az 80 bin yıldır ölmeden ve ölümü düşünmeden, olmuyor…
Yeni yorum gönder