Altmışların sonu yetmişlerin başında New York’ta... Şehrin ara sokaklarında, küçük barlarında, eskici dükkanlarında, çerin çöpün arasında yeni bir ruh doğuyor. Bir adım ilerisinde dünyaya damgasını vuracak olan bir ruh, serserileri de sanatçıları da, zenginleri de fakirleri de içine alacak, hepsine yeni dünya hayali kurduracak bir ruh.
İşte tam bu doğum sırasında iki genç insan, kısa süre içinde sanata ve müziğe damgalarını vuracak iki insan yan yana geliyorlar. Bir ömür ele ele sürdürecekleri pırıl pırıl yaşama, aç ve susuz, evsiz barksız, işsiz güçsüz başlıyorlar. Pattie Smith ve Robert Mapplethorpe. Henüz ikisi de ne yapacağını bilemez halde. Toplumun dışında yaşam savaşı veriyorlar. Ancak tanıştıkları andan itibaren bildikleri çok iyi bir şey var: İkisi de sanatçı olmak istiyorlar, ikisi de birbirlerini bırakmamak istiyorlar. Pattie Smith’i bir şair ve efsanevi bir müzisyene dönüştüren de, Robert Mapplethorpe’u modern zamanların en kışkırtıcı fotoğraf sanatçısı haline getiren de, yalnız dönemin ruhu değil, birbirlerine duydukları, inanç, sevgi ve bağlılık olacak. Bu halde, 68 ruhunu bir parça da onlar yaratacak...
Çoluk Çocuk, Pattie Smith’in Robert’a ölümünden önce yazacağına söz verdiği bir kitap projesi. Bir zamanlar geleceği arkasına dönüp bakamayacak kadar merak eden bir kadının, geçmişiyle, hayatının aşkıyla, dünya tarihine damgasını vuran bir dönemle, o dönemi inşa edenlerden biri olarak yüzleşmesi... Tanıştıkları andan başlıyor Pattie, hatta daha da gerilerden, birbirlerine anlattıkları çocukluk anılarından. New York’ta tuttuğu günlükler ekseninde bu iki insanın aşkını ve var olma çabalarını okuyoruz. Pattie’nin yaşamına bir rock yıldızı olması ve hala yaşıyor olması dolayısıyla, az da olsa vakıfız, ancak Robert’ın yaşam hikayesi kitap boyunca ortaya çıktıkça bizi daha çok sarsıyor. Pattie neredeyse hiç uyuşturucu kullanmıyor, lezbiyenliğe eğilimi yok ve başarılı bir müzik yaşamı onu bekleyen. Ancak Robert, bu çok akıllı, çok duyarlı ve çok yakışıklı adam, sanat arayışında, uyuşturucularla, eşcinsellikle, sado-mazoşist eğilimlerle ve nihayetinde AİDS’le el ele.
Tanrı’yı söyleyen bir şarkıdır sanat
“Robert hakkında çok şey söylendi, daha da söylenecektir. Delikanlılar ona öykünerek yürüyecek, genç kızlar beyaz elbiselere bürünüp onun buklelerine yas tutacak. Hem ayıplanacak hem de tapılacak. Aşırılıkları hem lanetlenecek hem de romantikleştirilecek. Gerçek ise, en sonunda, çalışmalarında görülecek; sanatçının ete kemiğe büründüğü eserlerinde... Asla kaybolmayacak, asla eksilmeyecek. İnsanoğlu bunu yargılayamaz. Çünkü sanat Tanrı’yı söyleyen bir şarkıdır ve nihayetinde yine O’na aittir.” Robert’ı, onunla kurduğu ilişkiyi ve beraberce yürüttükleri sanatçı olma çabalarını anlatırken Pattie’nin temel ekseni sanat. Kendini toplumun biraz dışına iten, sonra da tam ortasına çeken şeyin peşinde hep.
“Kötümser olduğum zamanlarda sanatın anlamını bile sorgular olmuştum. Kimin içindi? Tanrı’yı mı tasvir ediyorduk? Kendi kendimize mi konuşuyorduk? Nihai amacımız neydi? Yana yakıla dürüstlük ararken kendi içimde dürüst olmayan bir şeyler bulmuştum. Neden kendimi sanata adayacaktım ki? Bir aydınlanma vaat etmiyorsa o kalabalığın içine bir şeyler sokuşturmaya ne gerek vardı? Robert bu içsel hezeyanlarıma tahammül edemezdi. O, sanatsal güdülerini sorgulamazdı; ben de onu örnek alarak, önemli olanın sadece çalışmak olduğunu anladım. Şiir için, Tanrı tarafından gönderilmiş kelimeleri, resim içinse, bir kağıdın üzerine O’nun seyrini tasvir edecek renk ve şekilleri işlemek gerekiyordu. Yaratırken iman ve icranın mükemmel dengesine ulaşmaktı olay. Bu ruh haliyle, yaşama güç veren ışığa ulaşılabilirdi.” Ulaştılar da...
Ancak onların kurduğu dengeyi o yıllarda etraflarında olan çok az kişi kurabilmişti, yaşama güç veren ışığa çok az dostu ulaşabilmişti. Janis Joplin Chelsea Hotel’de Me and BobbyMcGee’nin nakaratını mırıldanırken, Jimi Hendrix albüm kayıtları için girdiği stüdyonun kapısında soluklanırken, Jim Morrison ilk konserleriyle Amerika’yı sallamaya başlarken de oradaydılar Pattie ile Robert. Aynı masaları, aynı odaları hatta aynı yemekleri paylaştılar ancak kendi sanatçı varlıklarını inşa ederken diğerlerinin kayıp gidişlerine seyirci olmaktan başka bir şey ellerinden gelmiyordu. “Yuvarlak masa yakın zamanda Bob Dylan, Bo Neuwirt, Nico, Tim Buckley, Janis Joplin, Viva, Velvet Undergraund gibi asilzadeleri konuk etmişti. Tam da olması gerektiği gibi karanlık ve gösterişliydi. Fakat atardamarda ilerleyen, onların dünyasını canlı kılan ve sonunda hepsini tahtlarından indiren şey speed’di. Amfetamin paranoyalarını yükseltiyor, onları doğal kuvvetlerinden yoksun bırakıyor, özgüvenlerini yıkıp güzelliklerini mahvediyordu.”
Pattie’nin yazdığı satırlar arasında gezinirken, yer yer gözyaşlarını tutmak zorlaşıyor. İki ruhun saf romantizmine, kendilerini arayışlarındaki samimiyetlerine, dışarıdan çok farklı görünen masumiyetlerine ve en önemlisi de sanat adına, sanat uğruna verdikleri savaşa hayret etmemek, bütün olan bitenin ardından kendi kişisel ağıtınızı yakmamak mümkün değil. Pattie Smith’in “Çoluk Çocuk”u bir masal. Bir masal kadar masum ve aynı zamanda vahşi, bir masal kadar düşsel ve bir o kadar gerçekçi... Kendisi de biliyor olsa gerek, masalları kim sevmez ki…
Gerçekten müthiş bir kitaptı.Bence Patti Smith'in o yalın ve tüm gerçekliğiyle olan biteni anlatması yüzünden bu kadar iyi bir kitap olmuş.Kitap kapağını da ayrı beğendim.
68 ruhu gelse ne olur, gelmese ne olur. O zaman geldiler de ne oldu, bir şey başaramadılar. İşin sonunu getiremeyeceksen boşa uğraşma.
Merak uyandırıcı...
Yeni yorum gönder