Tebaa olmak ya da olmamak… İnsanın zayıf ruhunun önemli meselelerinden biri bu. Tebaaysanız eğer kölesiniz çünkü, iktidara yapışık, iktidardan beslenen asalak bir yaşam formusunuz. Dolayısıyla köle olduğunuz kadar kral, kraliçe, sultan ya da kayzersiniz ki, fark etmez gücünüz yettiğine… Tebaa olmak demek emretmeye ve itaat etmeye düşkün olmak demektir. Hayatla, toplumla ve elbette kendinizle başka türlü bir ilişki kurmayı bilmemek demektir. Başarıya tapmak ve medeni cesaretten de yoksun olmak, demektir. Kısacası aslında tebaa olmak rezil bir şeydir… İşte bu rezilliğin romanı Tebaa. Heinrich Mann, başyapıtı olarak kabul edilen bu romanıyla otoriter kişiliğin oluşumunu ve bu oluşum sürecindeki tüm rezillikleri bir bir betimliyor, gözümüze gözümüze sokuyor. Bizi bu zamanda bunca rahatsız etmeyi başarırken romanın yayımlandığı dönemde yasak üzerine yasak yemesi şaşılacak şey değil. Kayzer Almanyası’nın bir portresini çizerken geleceğin Almanyası’nın da kültürel haritasını çizen, bu tipolojiyle ilerlenirse büyük bir felaketin haberini veren bu romanla Mann aynı zamanda edebiyatın kuvvetli sezgisini, öngörülü mucizesini de ortaya koymuş oluyor. Şimdi buyurun Tebaa'nın derinliklerine.
Alman toplumu içinde herhangi biri, Diederich Hessling. İtaatkar, korkak, medeni cesareti olmayan, konformist bir iktidar destekçisi. Mann, çocukluğundan başlayarak bize onun hikayesini anlatıyor. Küçük bir kağıt fabrikasının sahibi olan klasik Alman burjuva ailesinin çocuğu Diedrerich. Hayalci ve korkak. Yazar daha ilk sayfadan onun zayıf ama yalaka ruhunu bize şu sahneyle gösteriyor: “Cezalandırıldıktan sonra ağlayarak şiş yüzüyle atölyenin önünden geçtiğinde işçiler gülerdi. Fakat Diederich derhal onlara dil çıkarır ve yeri tekmelerdi. Şunun bilincindeydi: Dayak yedim, ama babamdan yedim. Ondan dayak yemek sizin de hoşunuza giderdi. Ama siz buna hiç değmezsiniz.” Evet, henüz bir çocukken bile üstleriyle ilişkiye girmenin, her ne şekilde olursa olsun, bir ayrıcalık olduğunu biliyor. Hal böyle olunca da giderek başkalarına şiddet uygulamaktan çekinmeyen, içinde yaşadığı toplumun hiyerarşik yapısından faydalanarak güce erişmeyi başaran bir zorbaya dönüşüyor.
İyi bir tahsil gören, üniversitede bir korporasyona üye olan, askerdeyken hasta numarasıyla kaytaran, nihayetinde babasının yerine geçip zengin bir kızla evlenerek çoluk çocuğa karışan Diederich her şey üzerine düşünür ancak her şeyi hep yanlış anlar. Aşkı, aileyi, iş ilişkilerini, benliğiyle kurduğu ilişkiyi. Daha doğrusu toplumsal ve siyasal yapının tüm zaaflarını gerektiği şekilde yorumlar. Tam anlamıyla muhakemeye dair üstün bir yeteneksizliktir sergilediği. Hayatta onu sevebilecek tek kadını bu şekilde elinden kaçırır, kendini ve insanları sevebilmek ona bu yeteneksizliği nedeniyle bir sonsuzluk kadar uzaktır. Aynı anda hem kayzerin hem de tebaanın kendisi olur kahramanımız. Öyle ki bir süre sonra Kayzer’in verdiği beyanlarla kendi sarfettiği sözler birbirine karışır. Hangisi Kayzerin beyanları hangisi Diedrerich’in düşünceleri ve sözleridir? Bunu kendisi bile ayırt edemez hale gelir. Alman iktidar düşüncesinin cisimleşmiş halidir çünkü o. Toplum içinde var olan binlerce küçük kraldan, hükümdardan biridir. Kölece tabi olmak ve kölece hükmetme arzusu benliğini yiyip bitirir.
Kayzer Almanyası son derece görkemli, şatafatlı ve şaşmaz biçimde hiyerarşik. Onun son derece dramatik bir şekilde, değersiz bir öze sahip olduğunu söylüyor bize Mann. Diederich’in hayatının tam bir savaş alanı olması da bu değersizliğin gülünç bir simgesi. O, karısıyla bile Kayzer’in yüce adına, yüce hatırına cinsel ilişkiye giriyor. Evliliğin çirkin, maddi, ikiyüzlü bir çıkar ilişkisinden ibaret olmasına hiç itirazı yok. Tek derdi bu ilişki içinde bile çıkarlarını korumak, iktidarını kurmak, kuyruğu o şeytani kadına/kadınlara karşı hep dik tutmak.
Diederich, bir roman kahramanı olarak son derece kalın çizgilerle çizilmiş bir karakter. Onun derinliksiz ruhuna girmemiz, onunla bütünleşmemiz yahut onu sevmemiz mümkün değil. Ancak Mann bir edebiyatçı olarak kahramanını anlamamızı sağlıyor. Anlamamızı ve onun gibileri yaratıp yücelten toplumsal aygıtları kökünden değiştirmemiz gerektiğini işaret ediyor ısrarla. Kayzer Almanyası’nın sonraki yıllarda başına gelenler düşünüldüğünde hiç de haksız bir çaba içinde olmadığını görüyoruz, elbette. En fenası da bu son derece kaba çizgilerin günümüz Türkiyesi’nin toplumsal haritasına ne kadar birebir uyduğunu görmek. Tebaa'nın sayfaları boyunca alarm zilleri kulaklarımızda çınlayıp duruyor. Diederich bize çok ama
gereğinden çok tanıdık geliyor.
Zihne etkili ve katılımcı bir konum veren ilk Alman edebiyatçı olduğu için, romanın sunumunu yapan Kurt Tucholsky’le beraber selamlıyoruz biz de Henrich Mann’ı. Ve önerdiği mücadele biçimine yürekten katılıyoruz: “İşte böyle mücadele etmek istiyoruz. Her zaman var olacak olan egemenlere karşı değil, başkaları için tüzükler, kararknameler hazırlayan ve meşakkati ve işleri başkalarının sırtına yükleyenlere karşı değil. Onları, sırtlarında dans ettiklerinden, kalın kafalılıkları ve her zaman hoşnut olmalarıyla bu ülkenin başına gelen felaketlerde kabahati olanlardan, çiçekli terliklerinden memleketin tozunu silkmesini görmek istediklerimizden yoksun bırakmak istiyoruz. Yani tebaadan!”
Yeni yorum gönder