Virginia Woolf, başyapıtları olarak kabul edilen Deniz Feneri ile Dalgalar arasına sıkıştırarak yazar Orlando’yu. Bir yaz tatilinde bir çırpıda kaleme almıştır bu olağanüstü hikayeyi. Biraz eğlenmek istiyordum dediği rivayet edilir, biraz eğlence, biraz fantezi… Ve ortaya tam da dediği gibi eğlenceli ve fantastik bir başyapıt çıkmıştır… Türk öykücülüğünün prenslerinden olan Cemil Kavukçu da 16 kitabın ardından öykücülük serüveninin rotasını fantastiğe doğru kırma eğilimi göstermiş son çalışması Aynadaki Zaman'la. O da Woolf gibi sadece eğlenmek mi istemiş bilinmez ama, Virginia Woolf’un Orlando’da yaptığı şeyi yakalamış, dilin önümüze açtığı binbir yüzlü olasılıklar yolunda; ruhun alacakaranlık kuşağında; gerçekle-gerçeküstü arasındaki o şahane çizgide zarafetle yürümeyi başarmış.
Son zamanlarda malumumuz, ardı ardına öykü dergileri yayımlanıyor, edebiyat dergilerinde öykünün yeri giderek artıyor, genç yazarlar öykü türünde ürünler vermeye daha hevesli görünüyor… Bu kuşkusuz harika bir gelişme ancak yine de görünen o ki, dilde, kurguda, teknikte çok büyük sorunlarımız var öykü türüne dair. Her şeyden önce bir tür olarak ‘öykü’nün ne olduğu hakkında çeşitli kafa karışıklıkları mevcut... Hal böyleyken iyi öyküyle karşılaşmak giderek zorlaşıyor. Aynadaki Zaman işte bu çokluğun yarattığı çoraklık içinde bir nevi iyi öykü avcısı kılığına bürünmüş benim gibiler için neredeyse bir ilaç. Tıpkı Kavukçu’nun bizzat kendisinin olduğu gibi…
Cemil Kavukçu fantastiğe kaymış kaymasına ya onun öykülerinin temel izleği olan denizi, deniz yaşamını, deniz insanlarını bırakmamış. Kitapta yer alan on öyküden özellikle ilk beşi denize, onun hayatımıza, ruhumuza karıştığı yerlere ve denizin tekinsizliğine, sırlarına, gizemlerine dair. Jung, “ağaç, taş, deniz” der, onlar sadece dokunduğumuz, baktığımız varlıklardan ibaret değillerdir, hem evrenle hem de aynı anda bilinçdışımız ve bilinçaltımızla bağlantı kurduğumuz araçlardır. Kulağa büyülü, tekinsiz ve heyecan verici gelir, gerçekten de öyledir... Kavukçu’nun dilinde de, öğrendiğinde keşke bunları bilmeseydim, diyeceğin, geri dönüşü olmayan bir sırrı vardır denizin. Cesetlerin gözlerini oyan deniz ajanları olarak martılar, gördüklerini kimselere anlatmayan, anlatamayan deniz insanları ve kendisinden olmayan her canlıya, her nesneye düşman bir deniz, bağlanır bu öykülerin alacakaranlığına. Doğanın şiddetinde adalet aramaz kimse, kendiliğindenliğine boyun eğer ama hakkında hiçbir şey bilmedikleri bir gezegene inen astronotlar misali yolculuk eden denizcilerin anlatacakları vardır yine de, ima edecekleri öyküler... Cemil Kavukçu bir öyküyü ima etmekle, hikaye etmek arasındaki sınıra da, sırra da vakıf bir öykücüdür, yazmadıklarıyla da içimizi doldurur, tekinsiz gölgelerle yüzleştirir bizi.
Yolcu adlı öyküdeki denizadamları geminin ambarında buldukları yarı insan-yarı balık yaratığı anlamayıp ölümüne sebep olurlar, tutup bir de onu denize attıklarında da kendilerini ele verirler. Sonları lanet… Sonları denizin, zamanın, bilinçdışıyla bağlantı kuramamanın laneti… Ama yine de acele etmemek gerek çünkü onların lanetli sonu bu öyküye ait değil. Zamanın Aynası'ndaki kahramanın -denize en uzak olan, en acemi denizci olan ve tuhaf bir şekilde kısa sürede denizden kopan bir kahramanın- öyküsüne ait… Kavukçu on öykü içinde birbirine bağlanan nice sonlar ve nice başlangıçlar anlatıyor bize. Bu bir kitap olarak, yan yana bir araya gelen öyküleri anlamlı kılıyor şüphesiz okur için. Ama öyle olmayabilirdi de. Hiçbir öyküyle bağlantılı olmasalar bile içimize işleyen, okuduktan sonra uzun bir süre iyi bir şey okumuş olmanın tatmin duygusunu veren öyküler bunlar. Bu anlamda da son derece nadirler…
Sadece deniz mi peki? Değil elbette… Aşk da, incir ile şimşir ağaçları da, çocukluğun kabullenişleri ve yetişkinliğin hesaplaşmaları da var Aynadaki Zaman'da yer alan öykülerde. Cemil Kavukçu bir öykü yazarı olarak yeteneklerinin, ilhamının ve deneyimlerinin doruğunda... Türk öyküsünün bulacağı çıkış noktasını bize gösteriyor...
Yeni yorum gönder