"Sana doymak korkunç ahmaklık olur." Aklımda en çok kalan cümle bu sanırım. Yok kitabı okuduktan sonra değil, henüz okumadan, sosyal medyada paylaşılan cümlelerden en çok aklımda kalanı bu. Ahmed Arif, sosyal medyaya paylaşım cümlesi olsun diye mi yazmış bunları yani Leylâ Erbil’e, diye sinirlenenler oldu, ne çok. E, hakları yok değil. Ama evet, neden olmasın diyorum kendi kendime. Aşkın dillenmesinin sanalı, gerçeği fark eder mi? Etmez. Leylâ’nın eline düşmüş bir şekilde Ahmed Arif. Düşmüş, perişan, üstelik Leylâ Erbil belli ki harcıyor da onu. Karşılıksız aşkın havası da olmuyor. Geriye inim inim inlemek, bunca yılın ardından, ölüp gittikten sonra, dillere, sokağa, sanala düşmek kalıyor.
Peki, gelelim esas mevzuya. Türk edebiyat tarihine yazınıyla, kişilikleriyle damgasını vuran iki edebiyatçının mektupları kuşkusuz ki birer hazine niteliğinde. Aşktan, Ahmed Arif’in perişan aşkından kafamızı kaldırdığımız vakit, (ki bunun çok güç olduğunun hakkını da vermek isterim) mektupların yazıldığı dönemin entelektüel ve yayın ortamını, Arif’in sürgün günlerini, siyasi baskıları, yazarların siyasi koşullardan nasıl etkilendiklerini ve edebiyatlarına dair kaygılarını görüyoruz. Hayata edebiyatla ve aşkla tutunma mücadelesini izliyoruz. Didik didik edilmeye değer bir dönem bu, hepimiz biliyoruz. Leylâ Erbil yazıyor, Sait Faik ölüyor, 50 kuşağı öykücüleri birer birer parlıyor, kadın yazarların edebi arayışları yol arıyor, çok ciddi bir kurumsallaşma mücadelesi sürüyor edebiyatımızda. Kimileri bu kurumsallaşmaya çok meyyal, kimileri isyan ediyor, çığlığı basıyor. Yoğun bir temas var yazarlar, şairler arasında; kahvelerde, lokantalarda, birbirlerinin evlerinde bir araya geliyorlar, âşık oluyorlar, dost, düşman oluyorlar, kavga, gürültü patırtı, dedikodu hiç eksik olmuyor. Olmuyor da edebiyat merkezden hiç uzaklaşmıyor. Asıl büyüleyici olan bu. Hikayenin esas kızı ve esas oğlanı hep edebiyat. Yoksulluk, öfke, isyan, siyaset, aşk hep edebiyattan sonra geliyor.
Mektup, içinde ister istemez mahremi barındırıyor. Ahmed Arif, ağzına geleni söylüyor, küfür ediyor, veriyor veriştiriyor yeri geldikçe. Edebiyat tarihine geçsin, herkes okusun diye yazmıyor tabii. Öyle olsa zaten kim, hangimiz okuyacak! Sözgelimi eşcinselliğiyle bilinen Sait Faik’i, dostu Sait Faik’i bile ne çok kıskanıyor Arif. Dönemin Sait Faik’e karşı yaklaşımını da özetler gibi yazdıkları. Sadece Sait Faik’e yaklaşımı mı? Hayır, farklı olana, içinde yaşadığı topluluğa, kendini konumlandırış biçimine, şair egosuna, erkeklik temsiline yaklaşımı da özetler gibi: "Ben Sait’i sevdim… Sanırım, Sait de arkadaş ve artist olarak yalnız beni sevebildi. Bu, onun sözüdür. Ve ben onu 10 yıllık bir acayip merhabalar ve gecelerden sonra tokatladım. Haydar’a da söyledim, şimdi de söylüyorum, pişman değilim. Onu bundan sonra da seveceğim. Ve onu, bence malum bazı taraflarından ötürü bundan sonra da gayrı insani bulacağım. Bu işte, yani ölümünde, senin hiçbir –ama hiçbir– günahın, kusurun ve hatan yok. Onu, cemiyetimizin rezil ve taşlaşmış kayıtsızlığı, sağırlığı, korkaklığı, berbat şarapları, her biri korkunç birer zehir olan Şark yemekleri öldürdü."
Ya da şiire, yazmaya dair düşüncelerini paylaşıyor, akıl danışıyor Erbil’e: "Kompozisyonun bütünü içinde çok sağlam ve çok yeni duruşları var. Nedense bu şiiri çok seviyorum. (…) Bir şey daha soracağım, final benim karakterimde acı ve melankolik bir bohemde bitiyor. Bitiyor ama korkuyorum sen beğenmezsin diye. Nasıl bitireyim, umutlu mu, sevdalı mı, yoksa ağlamaklı mı? Bana yol göster ve mutlaka yaz."
Hülasa böyle. Edebiyatçılar arası temas, nerede ve hangi dönemde olursa olsun, iz bırakıyor. Kederli ve hazin bir aşk olsa bile.
Yeni yorum gönder