Datça'yı bilir misiniz? Datça ya da diğer adıyla Reşadiye yarımadası, ilçe merkezinin tüm Türkiye'nin nasiplendiği mimari çirkinliğini bir yana koyacak olursak (pek mümkün olmasa da), dünyada belki de eşi benzeri olmayan doğal ve tarihi güzelliklerinin her gün acımasızca katledildiği, üstelik bu katliamın neredeyse bir siyasi program haline getirildiği "güzel ve yalnız" ülkemizin, doğası bu katliamdan en az nasiplenen nadir bölgelerinden birisi. Bir de, üzerinde Fırtına Vadisi projeleri ile kara bulutlar dolaştırılan Doğu Karadenizi sayabiliriz herhalde. Karadeniz'in geri kalanı malum otoyolu ile sizlere ömür. Şu sıralar Antalya ormanları ve kırsalı son bir yılda dağıtılan binlerce maden arama ruhsatı ile acımasızca katlediliyor. Bölgenin şansı, neredeyse yarımadanın tamamının doğal ya da tarihi sit olması. Doğa katilleri parayı gördükleri yerde ne doğal ne de tarihi sit tanırlar. Henüz burada para gözükmüyor. Yoksa bütün ülkenin ormanlarına kasteden 2B yasa tasarısının yaratıcıları için nedirki o yasaları değiştirmek? Datça'yı şimdilik Güney'in diğer yörelerindeki (mesela bir saat uzaklıktaki Marmaris'deki) ranta özenen yerlileri ya da sonradan olma Datçalılar (ve Betçeliler) katletmeye çalışıyorlar ama onların çabaları elbette büyük sermayenin yok ediciliği ile kıyaslanamaz. Hele isimleri bulvarlara verilen bazı "hayırseverler"in yaptırdıkları okul binalarını görseniz herhalde bir daha "hayır" sözcüğünü duymak istemezsiniz. Knidosluları ölüm uykularından uyandırmak ve Datça'yı gezdirmek mümkün olsa kendilerinden bir kaç bin yıl önceki bir uygarlığa geldiklerini düşünürler. 2500 yıl öncesiyle kıyaslanamayacak bir mimari ve estetik düzey. Kuşkusuz bu durum, ülkenin neredeyse her noktası için geçerli.
Özetle bir çirkin, hem de "Çok Çirkin Datça" ve bir de "Cennet Datça" var. Datçalıların iş işten geçmeden tercihlerini cennetten yana yapmaları gerekiyor. Bunun için de herhalde en kısa sürede yapılması gereken ilk iş yarımadanın hiç bir yerinde 2 kattan yüksek inşaata izin verilmemesi olmalıdır. Bu kadar basit bir gerçeğin Datçalılarca algılanmasını umut ediyoruz; zira Datçayı onlardan başka kimse kurtaramaz. Ve aradıkları gerçek zenginliği bulabilecekleri tek yol da budur.
Bu haftaki kitabımız Cennet Datça'nın tarihini yazmak için bir araya gelen cennetlik insanların oluşturduğu "Datça Yerel Tarih Grubu"nun beş yıllık emeğinin bir ürünü. Son derece idealist ve amatör bir çabanın, son derece profesyonel bir ürünü olarak köşemize şeref veriyorlar.
Kitabın başında çalışma ile ilgili şu bilgiler veriliyor: "Datça Yerel Tarih Grubu (DYTG), Datça Yarımadası'nın tarihsel ve kültürel mirasını araştırmayı, araştırmalarını Datçalılar ve Datça dostları ile paylaşmayı, yerel değerleri gelecek kuşaklara aktarmayı hedefleyen, gönüllülerden oluşan bir dernektir. Ekim 2002'de yapılan DYTG toplantısında oluşturulan çalışma gruplarından biri, bitkilerin yerel kullanımlarıyla ilgili bir inceleme-araştırmayı yapmayı seçti ve ortaya bu kitap çıktı.
"Datça'da Hayatın İçinden Bitkiler" kitabı yarımadada yetişen bitkilerin çeşitli alanlarda kullanımları (yemek, çay, kozmetik, tedavi, oyun vb) üzerine yapılan amatör bir çalışmanın ürünüdür. Çalışma 2002-2007 yılları arasında kaynak kişilerle yüzyüze görüşme tekniği kullanılarak yapılmıştır."
Bu ilk baskıda 123 bitkiye yer verilmiş. Her bitkinin fotoğrafı, özellikleri ve kullanım bilgileri yer alıyor. Ancak bu özetten kitabın biraz soğukça bir akademik katalog olduğu izlenimi edinilmesin. Bu bilgilerin yanısıra kimi bitkilerle ilgili Datçalıların anıları, adetler, fıkralar ve yemek tarifleri de var. Sonra eşeklerin can dostu, zamanının tek belediye zabıtası Bican Omar var. Bican Omar eşeklerin yük taşıma limiti olan 120 kiloyu aşanları asla affetmez, cezayı basarmış. Nerede şimdi o zabıtalar? Dolayısıyla Datça florasının (ve elbette insanının, adetlerinin, yaşam kültürünün) son yüzyıldaki değişiminin tarihini de okumak mümkün oluyor. Kapitalizm koskoca bir yarımadanın florasını elli yıllık bir sürede nasıl da değiştirebiliyor, hayretle okuyacaksınız. Mesela Palamutbükü adının nereden geldiğini merak eder dururdum. Meğer geçen yüzyılın ilk yarısında bugün neredeyse hiç ağaç olmayan o sahil boydan boya Palamut ağaçları ile kaplı imiş ve kitapta anlatıldığına göre tam da "Ağaca Tüneyen Baron" için ideal bir mekanmış. Calvino'nun o muhteşem romanını okuyanlar bilirler, ağaca çıkan Baron hayatını ağaçtan ağaca geçerek ve hiç toprağa inmeden sürdürür. Palamutbükü'nde de bir zamanlar sahilin bir ucundan öte ucuna ağaçtan ağaca geçerek gitmek mümkünmüş. Ya neredeyse tüm yarımadayı kaplayan bademlerin tarihi? Ben saf saf, badem yiyen Knidoslular'ı hayal ederdim. Palamut para etmemeye başlayınca bütün ağaçlar kesilir ve badem ile zeytin dikilir. Yani bugünün yarımadası Knidoslular bir yana, bir önceki kuşağın yarımadası bile değil. Kuşkusuz bitkilerin çoğunluğu için bu değişim söz konusu değil.
Eğer Datça'ya hiç gitmedi iseniz ve gitmeye karar verirseniz mutlaka Datça pazarının kurulduğu bir Cumartesi günü pazar ziyaretini programınıza almalısınız. Ama nerede ne var bilmeden gezmek olmaz. Pazarın kurulduğu sokakta şahane yemekler yapan Cennet Datça'nın bir parçası "Ada Yeme İçme Dükkânı"na uğramalı, arka bahçede bir şeyler atıştırırken dükkânın kedisi Karpuz'u sevmeli, sonra bu kitaptan bir adet edinmeli ve Ada'nın sahibesi Aliman Hanım'ın kitabın 219. sayfasındaki rehberliği eşliğinde Sındı eski muhtarı Bekir'in tezgâhını, Misafir'in zeytin kulubesini, Karaköy'den Fatma Keçeci'nin otlarını, Zatınur Karabulut'un deniz genevirlerini, Şükran Ermiş'in özel ekmeğini ve daha nicelerini keşfetmelisiniz. Cennet Datçanın ürünleri ve insanları ile o kadar mutlu olacaksınız ki Çok Çirkin Datça'yı bir kaç saatliğine görmez olacaksınız.
Artık olmayan faaliyetlerden birisi de İpek Böcekçiliği, yöredeki adıyla "Guş Tutmak". Guş tutma zamanı ev oturmalarından bir muhabbet örneği:
"İlk gavdan çıktı mı guşların?"
"Yok Fatma Dudu, benimkile bu sene gevşek"
"Neye öööle geç kaldı ayol, benimkile çoktan gavdan çıkmayı bitirdi"
"Eeee ne yapacaksın, benim tooğum zaten başdardı"
"Yok ben üç dene eski kapı hazırladım bu sene."
Evet kötü haberi sona sakladık. Maalesef bir dernek yayını olduğu için kitabı idefix aracılığı ile size ulaştırma şansımız bulunmuyor. Kitapçılarda da bulunmuyor. Ya Datça'ya gittiğiniz zaman dernekle dayanışma içinde olan Ada Yeme İçme Dükkânı gibi dükkânlardan dernek bağış makbuzu karşılığı alacaksınız ya da dernek adresinden talep edeceksiniz. İşte iletişim bilgileri:
Datça Yerel Tarih Derneği
Tel: 0252 - 712 0545
www.datcaytg.blogspot.com
datcaytg@gmail.com
Eğer sizlerin de yörelerinde benzer çalışmalar varsa kitabınızı bize iletin, tanıtalım. İdefix'in hiçbir zaman salt ticari bir oluşum olmadığını, esas olarak bir kültür misyonu olduğunu dostları gayet iyi bilirler. Keşke her ilçemizde, her yöremizde benzer çalışmalar yapılsa, biz de her hafta onlara yer versek. O zaman 2500 yıl önceki uygarlıkları anlayabilme ve gelecekte "hayır"la anılma umudunu taşıyabilirdik.
Peki başlığımızdaki "Gabağı kim yediyse" ne demek oluyor? Bunun yanıtını öğrenmek de kitabı alacak olanların ayrıcalığı olsun.
Şahane Bir Kitap
Şahane Bir Kitap
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Şahane Bir Kitap Yazıları
Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.
Yazının başlığı da methiye cephesini epeyce açığa çıkarıyor ama en sonda ulaşmam gereken yargıyı en başa taşıyarak atayım ilk adımı: Türkçe yazılan ya da Türkçeye çevrilen kalburüstü bütün tarihî romanları okuduğunu varsayan, kendisi de az çok ilgi görmüş hacimli üç örnekle bu alana katkıda bulunan biri olarak, bugüne dek Moğol Kurdu’ndan daha iyisine rastlamadım.
Ölmek ve gülmek kelimeleri yan yana çok da gelmez. Belki fonetik olarak ya da bir şiirin kafiyesi olduğunda yakalanan uyum kulağa hoş gelse de ölüm ne olursa olsun acı verir insana. Gülecek yanını bulmak zordur ölümün. “Sen adamı öldürürsün” diyerek kahkaha atarken bile güldürmek ve öldürmek aynı cümlede geçti diye kısa süreli bir sarsıntı geçirdiğimiz olur.
Mehmet Akif’in seciyesini en çok şu üç şey inşa etti der Mithat Cemal Kuntay: Kur’anlı ev, pehlivanlı mahalle, müspet ilimli mektep. Bu üç dayanağı anlamak, Türkiye’nin ve şiirin zeminine dair iyi bir fikir verecektir. Akif’te tarih kültürel bir miras değil. O bunu çok erken zamanda anlıyor ve Namık Kemal’in korktuğu varoluş krizinin ortasında kendisini buluyor.
Reenkarnasyon, tarih boyunca birçok coğrafyada bazı farklılaşmalarla olsa da kendisine yer buldu. Dilimize de ruh göçü adıyla aktarılan bu kavram, ruhun bir bedenden diğerine geçerek varlığını sürdürdüğüne dair bir inanç.
Yeni yorum gönder