Maurice Blanchot, "hiç ulaşılmamış, gecenin kalbinden aşırılmış, 'öteki gece'nin yazarı", "yazarın uykusuzluğunu misafir eden gecenin yazarı"... Deneysel hatta belki de radikal yazı deneyiminin yazarı... Ya da en açığı, parçalı anlatının sonuna giden adam. Ve onun Bekleyiş Unutuş'u. Dili parçalayıp bölen, sözü bir fısıltıya, anlatıyı şiire yakın bir kesintisizliğe çeviren romanı. Roman mı? Değil tabii, kimbilir belki de sadece bir roman deneyimi. Merkezi silip yok eden, kurgunun basamak taşlarını söküp atan bir anlatı. Ama aynı zamanda bir aşk hikayesi de. Aşk dil evreninde ne kadar gerçekleşirse o kadar işte.
İçinde pek az eşyanın olduğu minimalist bir otel odasında, bir erkek ve bir kadın. Fransızcada erkek tekil şahıs zamiri ile kadın tekil şahıs zamirinin, "ll" ve "elle"in karşılaşması. Bizim ait olduğumuz dil ailesinde, Ural-Altay dillerinde cinsiyet ayrımı yok, o nedenle anlamamız biraz zor. Ama Fransızcanın ait olduğu Hint – Avrupa dillerinin temelinde yer alır cins ayrımı, haliyle yaşamı, dili, zamanı ve elbette anlatılan hikayeyi değiştirir. Dili -tüm kültür unsurları gibi-, eril aklımızın inşa ettiğini kabul edersek Bekleyiş Unutuş'ta da erkek yani "ll", "elle"den bir adım öndedir. Önce o anlatır. Zamanı da, zamansızlığı da, bekleyişi de unutuşu da evvela o belirler. Ama bu böyle devam etmeyecektir. Kadın ve erkek, ilk karşılaşmalarını ve aşkın ilk ortaya çıktığı anı beklerler, ya da olan biteni unutarak onu yeniden yaratmayı umarlar.
"Bekleyiş, herhangi bir şey beklemeyi reddeden bekleyiş, adımların kıvrımlarını açarak gözler önüne serdiği sakin uzam.
Adam aşırı dikkat gerektiren edimlerde gizlenmiş ve dağılmış bir şekilde erişilmeye müsait temel bir dikkatsizliğin hizmetinde olduğu hissine kapılıyordu. Bekleyen, fakat bekleyişe müsaade etmeyecek olana bağımlı halde bekleyen bir bekleyiş.
Kadın için beklemek, öyle görünüyor ki, sonunu getirmek zorunda olacağı ve neticesi de bir hedefe doğru adım adım ilerlemek olan bir hikayeye kendini teslim etmekti. (...)
Beklemek, neyi beklemeliydi? Eğer adam bunu ona sorsaydı, kadın şaşıracaktı, zira onun için bu yeterli bir kelimeydi. Bir şey beklendiğinde artık daha az bekliyorduk."
Zamanın yokluğuna doğru yazmak
Dişil ve eril düşünce, kadın ve erkek arasında oldukça hassas bir dans sözkonusu burada. Aklıma ister istemez Ahmet Hamdi Tanpınar'ın zamanı geliyor. Tanpınar'ın kayıp zamanı bulmayı değil de aramayı sevdiği. Blanchot da zamanın yokluğuna doğru yazıyor. Kronolojik zamanı homojen hale getirmesi bir yana, yazmanın sonsuz zamanına bırakıyor kendini. Bir askıda kalma hali yaratıyor ki, tekinsize, varlığın yok edici gücüne çekiyor dikkatimizi. Ve haliyle "ll", kendini giderek "elle"e, onun kaotik, "yok-zamanına" bırakıyor. Belki de beklenen oluyor!
Blanchot'un bir felsefeci olduğunu unutmayalım. Radikal bir sol düşünceyi takip ettiğini... Dilin, düşüncenin ve edebiyat türlerinin sınırlarında, içinde gezmenin, toplumsal cinsiyeti, kadın-erkek, dişil-eril düşünce, aşk-ilişki üzerinden giderek, bir edebiyat eseri içinde tartışmanın zorluğu bir yana, onu okumanın zorluğu bir yana. Yazar, zamanı, uzamı ve hatta kahramanlarının varlıklarını alıyor okurun elinden, dilin ve edebiyatın alışılageldik yasasını, yazarla okur arasında yapılan inanç anlaşmasını da bir kenara koyuyor, daha doğrusu sorguluyor. Hal böyle olunca bir okur olarak paniğe kapılmak mümkün. Ama tüm alışkanlıklarınızı ve biliyormuş gibi yaptıklarınızı bir kenara koyduğunuzda sizi beklediğinizden de çabuk içine alan bir metinle karşı karşıya olduğunuzu anlıyorsunuz. Sizi beklediğinizden çabuk etkileyen, şiirine, ritmine hemencecik kapıldığınız üstelik de çok ama çok zarif, dokunaklı bir anlatı Bekleyiş Unutuş. Hani, Barthes der ya, bir roman, onu okuduktan sonra hiçbir şey önceki gibi olmamalı diye. Bekleyiş Unutuş da öyle işte. Okuma deneyime dönüşüyor, okuduktan sonrası değişiyor.
Yeni yorum gönder