Evet, başta da dediğim gibi, insanlık nice bin yılların, savaşların ve tüketim çılgınlığının ardından üretimden, sanattan, zaanatten, en önemlisi de topraktan kopmuş, dev paletlerin üzerinde yürüyen şehirlerde yaşamaya başlamıştır. Şehirler yürür ve karşılarına çıkan daha küçük şehirleri, kasabaları ve köyleri yiyip öğüterek yaşamına devam ederler bu yeni dünyada. Eski dünyanın felsefi olduğu kadar teknolojik bilgisi de yitirilmiş, devasa bir mekaniğe hapsedilmiştir yaşam. Peki nereye kadar? Serinin ilk kitabının sonlarına doğru Yürüyen Londra’nın belediye başkanı Magnus Crome bu soruyu şöyle yanıtlar: “Mühendisler Loncası sandığından çok daha ilerisi için planlar yapıyor. Londra hareket etmeye asla son vermeyecek. Hareket yaşamdır. Son gezgin kenti yiyip, son sabit yerleşmeyi de silip süpürdükten sonra, kazmaya başlayacağız. Yeryüzü çekirdeğinin ısısıyla çalışan dev makineler inşa edecek ve gezegenimizi yörüngesinden çıkartacağız. Mars’ı, Venüs’ü, asteroitleri tüketeceğiz. Güneş’i de yiyip bitirecek, sonra da uzay boşluğunda yol alacağız. Kentimiz bundan bir milyon yıl sonra, yiyebileceği kasabaları değil, yepyeni dünyaları avlamak üzere yolculuk ediyor olacak!”
Haydi itiraf edin, bu mühendisler loncasına olan inanç ve başka şehirleri, ülkeleri, dünyayı ve neredeyse evreni yiyip bitirme kudretinin kendinde olduğunu sanma çılgınlığı hiç de yabancı gelmiyor, değil mi size… Dünyayı, bir ülkenin, bir şehrin şantiyesi yapmak hayali… Evet, Reeve bir ütopyadan söz ediyor olabilir ama aktardığı ruh hali, ne yazık ki hiç de ütopik değil. Yürüyen Kentler dizisini bilimkurgu eserleri arasında ayrıcalıklı kılan özelliklerinden biri de bugüne dair ciddi toplumsal, ruhsal ve siyasi eleştiriler taşıması. Ama yine başta da dediğim gibi en azından yazarın ruhu o kadar karanlık değil. Hikayesine, umut, sevgi ve mizah katmayı unutmuyor çünkü. Hatta bilakis serinin temel izleğini insanın içindeki bu türden iyicil özellikler üzerine kuruyor.
Kahramanlarımız Tom ve Hester... Tom, tarihçiler loncasında üçüncü dereceden bir çırak… Hester ise ailesi gözlerinin önünde katledilmiş, bu acıyla ve yüzünü harap eden bir yarayla yaşamak zorunda olan ufak tefek bir kız. Biri yürüyen Londra’da yaşıyor, diğeri tüm şehirlerin paletleri altında ezilen, bataklığa dönüşmüş çorak topraklarda. İkisi de hem ruhen hem de fiziken ayrı dünyaların insanları. Öyle mi sahi? Ortak bir amaç ve ortak bir düşman aralarına girdiğinde hayatları da kaderleri de birleşiyor ve dört ciltlik macera başlıyor. Reeve’in kaleme aldığı çok çok uzak gelecekteki dünya ikiye ayrılmış durumda, mobillikten yana olanlar ve mobillik karşıtları. Mobillik karşıtları insanlığın tüketimden yana bozulan dengesini geri kazanma mücadelesi veriyorlar. Bu anlamda aslında her antiütopya gibi bugüne dair bir hikaye okuyoruz aslında.
Yazarın hikayesi sürükleyici, dili akıcı, mizahı keskin, eleştirisi kesin ve net. Yürüyen Kentler dörtlemesi, antikapitalist mücadeleye dair düşünenlere, yüzünü insan ruhunun içinde taşıdığı iyiliğe ve doğanın bereketine çevirenlere iyi gelecek; gelecekten umudunu kesmeyenlere…
Yeni yorum gönder