Bir ev düşünün... Büyük, karanlık, kasvetli; soğukla, fısıltılarla, gölgelerle ve kitaplarla dolu... Binlerce ciltli kitap düşünün; sahibi onlara kitap değil, zehir, diyor. Zehirle dolu kitaplar, erotizmle, sapkınlıkla, şehvetle dolu kitaplar... Ve bu kitapların başında iki genç kadın, birbirini seven, birbirinden nefret eden iki kadın. Bütün hayatlarını birbirlerini kandırmak, birbirlerini satmak ve birbirlerinin yerine geçmek için geçiren… Yazdığı dönem romanlarıyla tanınan, özellikle 19. yüzyıl Londra yaşantısında ve Viktorya döneminde odaklanan Sarah Waters’la tanışma zamanı! Waters’ın tarihi suç romanı dalında ödül alan, bu yıl The Handmaiden adıyla beyazperdeye de uyarlanan romanı Ustaparmak şimdi Türkçede.
Hikayemiz bir Oliver Twist sahnesiyle açılıyor. Önce Susan Trinder’la tanışıyoruz. Londra’nın hırsızlığa, cinayete, türlü kirli işlere boğulmuş karanlık sokaklarından birinde, bir suç evinde yaşıyor. Annesi diye kabul ettiği kadın kimsesiz çocukları sahiplenip dilendiren Bayan Sucksby, babası diye kabullendiği çalıntı malları satın alıp şehre yayan Bay Ibbs. Arkadaşları türlü dolandırıcılık işinde uzmanlaşmış hırsızlar, katiller… Tıpkı Oliver Twist’in içinden fırlamış gibi. Zaten hikayemiz de bir Oliver Twist gösteriminde başlıyor. Uzun bir süre de Oliwer Twist’in dünyasındaymışız gibi akıp gidiyor… Kahramanımız Susan Trinder, kendisini azılı bir katilin kızı olarak tanıyor; güzel, herkesin çok sevdiği ve idam edilerek öldürülen bir hırsız-katilin kızı. Bunun saygısı ve umuduyla büyütülüp yetiştiriliyor. Ta ki günü gelip de etrafındakilerin ona verdikleri emeğin karşılığını büyük bir işle paraya çevirene kadar… Gün, erkenden geliyor ve Sarah on sekizini doldurmadan Beyefendi olarak tanıdıkları bir dolandırıcıdan hayli pahalı bir teklif alıyor. Kitaplarla dolu büyük bir evin mirasçısı olan Maud Lily’yi Beyefendi’yle beraber kandıracak, onu tımarhaneye kapattırıp parasının üzerine konacaklar. Kısacası birkaç ay içinde tereyağından kıl çeker gibi, zengin olacaklar… Ancak işler, en azından Susan Trinder için hiç yolunda gitmiyor. Vicdanı ona ağır gelmeye başlıyor yavaş yavaş. Tımarhaneye kapattıracağı bu saf ve hiçbir şeyden haberi olmayan kıza acımaya, onu sevmeye başlıyor . Daha da fenası ona âşık oluyor!
Peki Maud Lily, sandığımız gibi saf ve masum bir kadın mı? Sarah’nın gözünde kuşkusuz öyle. Ama suçu tanıyıp bilmenin, insanı tanımak demek olmadığını kısa sürede anlıyoruz Sarah ile birlikte…
İnsan nasıl bilgeleşir? Kuşkusuz, okuyarak. Ama hiç deneyimi olmayan, hatta neredeyse hiç yaşamadan okuyan bir insan, henüz 17 yaşında gencecik bir kadın bilge olabilir mi? Her şeyi, hatta dünyanın sakladığı en kötücül, en utanmaz sırları bile okumuş olan Maud, romanın sonuna kadar okuyucuları ve hayatına giren hemen herkesi yanıltmayı başarıyor belki. Ama burada yazar, bir karaktere, hiçbir hikayenin, hiçbir yazarın tam anlamıyla sahip olamayacağının altını çiziyor ısrarla. Maud hakkında, bilge ve saf olmak arasında bir karar vermemizi istemiyor.
Eşcinsel aşk üzerine düşünmek
Ustaparmak, tarihi bir suç romanı gibi görünse de aslında bir aşk romanı. İki kadının birbirlerine duyduğu beklenmedik aşkın ve arzunun hikayesini okutuyor bize Sarah Waters. Yalnızlıkta, yoksunlukta ve hayatın zalimliği karşısında mutluluğu ve aşkı birbirlerinde bulan iki genç kadının hikayesini… Ancak Waters, anlattığı dönemi de göz önünde bulundurarak, hikayenin gidişatının aşkla yumuşamasına izin vermiyor. Hatta diyebilirim ki, aşk olan biteni daha da keskinleştiriyor, her zaman yaptığı gibi işleri daha da karmaşıklaştırıyor.
Ustaparmak için, oyun içinde oyun, demek onu basite indirgemek olur. Çünkü bir adım sonrası için düzenlenen hileyi tahmin etmek okuyucu için pek bir işe yaramıyor. Tahmin edilen hile çok daha büyük bir kandırmacanın ipucuna dönüşüyor hızla. Hikaye iki kadın karakterin ağzından anlatılıyor. Ancak onların birbirleri üzerine görüşleri öylesine yanıltıcı ki! Masum olduğu için acıdığı Maud Lily’nin yanında, suçun içine doğmuş Sarah bir bebek kadar saf kalabiliyor. Ya da hepsini şeytani planlarla ağına düşüren Beyefendi’ye zamanla acımaya başlayabiliyoruz. Sarah’nın kitapları gördüğünde kendi kendine sorduğu soruyu bir de kendi kendimize soruyoruz sona yaklaştıkça: Bir adamın kaç hikayeye ihtiyacı olur?
Şiddet, cinsel sapkınlık, eşcinsellik, erotizm, korku, işkence, delilik ve büyük kasvetli bir ev… Ustaparmak, tarihi bir suç romanından çok gotik bir roman aslında. Gotiğin ihtiyaç duyduğu atmosfere ve her türden insani bastırılmış duyguya sahip. Ama her şeyden önce kurban olduğunu düşündüğümüz tüm karakterlerin aynı anda en tüyler ürperticisinden suçlara bulaşabildiklerini, işkenceye uğrarken aynı anda işkenceci de olabileceklerini gösterebilmesi bakımından gotik.
İyiliğin içinden kötülüğü ayırmak yerine; ayrıştırılmış, saflaştırılmış iyiliğin içine kötülüğü karıştırabilen bir yazar Sarah Waters. Gotiğin, Aydınlanmanın vaat ettiği steril dünyaya karşı çıkan ruhunu karakterleri aracılığıyla damla damla okurun ruhuna katıyor. Ve bu birbirinin içine ustaca karıştırılmış iyilik ve kötülük izleğini, Maud’un basit bir sekreter, sıradan bir okuyucuyken aynı zamanda bir yazar olduğunu anladığımız zaman da sürdürmeye devam ediyor başarılı bir şekilde. Ve bize kısaca soruyor, her şeyin yazılı olduğu bir dünyada yaşamak niye?
İyilik ile kötülük, toplumsal cinsiyetler ve adalet üzerine düşüncelerimizin yoğunlaştığı bu zamanlarda Sarah Waters’ı okumak, onun gibi bir yazarla tanışmak iyi geliyor…
Görsel: Ömer Faruk Yaman
Yeni yorum gönder