Joyce Carol Oates, çağdaş Amerikan edebiyatının en vahşi ve gotik yazarlarından biri. Üstü örtülü gerilimin, yüzü bugünün insanına, günümüz toplumuna; ruhu ise insanın en eski en arkaik güdülerine dönük ustası. Son yirmi yıldır her sene bir roman yazma geleneğini bozmayıp bu yıl da okurlarını hayal kırıklığına uğratmadı. “Güzel Bir Kız” Oates’in son romanı, yazar gergin kalemini modern zamanlara, tüketim toplumunun felce uğrattığı zihinlere ve bedenlere uzatıyor bu kez; ve hepsinin içinden vahşi bir modern peri masalı çıkarıyor.
Güzel Bir Kız’ın iki kahramanından güzel olanı Katya; kumarın, içkinin, uyuşturucunun, işsizliğin ve parasızlığın kol gezdiği bir işçi mahallesinden gelen, zengin bir sayfiye kasabasında sonradan görme bir ailenin çocuklarına bakıcılık yaparak para kazanmaya çalışan, çekici, taptaze bir on altılık. Diğeri, yani ihtiyar ve çirkin olanı Marcus Kidder, sayfiyenin önde gelen zenginlerinden. Ressam, besteci, çocuk kitapları yazarı, parası sayesinde hayatın tüm güzelliklerinden yararlanmayı bilen, üst sınıftan, üst kültürden bir altmış sekizlik. Aslında o kadar da çirkin değil, Katya’ya dimdik duruşu, beyaz, gür ve dalgalı saçlarıyla, insanın içine işleyen masmavi bakışlarıyla çekici bile geliyor. Ama onun için en çekici yanı hiç şüphesiz zenginliği. Bir iç çamaşırı dükkanının vitrininin önünde hiç alamayacağı çamaşırlara içi titreyerek bakarken, bir anda arkadan gelerek, dilek hakkın olsaydı, hangisini dilerdin, diye soran, ve daha sonrasında da Katya’nın bu dileğini gerçekleştiren sübyancı bir kahraman...
Kidder’in sübyancılığı Nabokov’un Lolita’sında olduğu gibi geçmiş zamanda henüz 17 yaşındayken kaybedilmiş bir aşktan geliyor. Hayatta her şeye sahip olmaya muktedir kahramanımız -hem çocuk hem şaka anlamına gelen kid kökü sayesinde onun sübyancılığını daha da vurgulayan adıyla- Markus Kidder, ölüme söz geçiremeyen, delikanlılığında saplanıp kalmış bir ihtiyar olarak karşımıza çıkıyor. Katya da masallardaki masumiyetten oldukça yoksun, içkiyi, uyuşturucucu ve adam kazıklamayı, suçu hanidir tanıyor ve kesinlikle bakire değil! Kidder’la olan ilişkisi boyunca da onaltı yaşının masumiyeti ile içinde bulunduğu toplumun yozlaşmışlığı arasında gidip geliyor: “Beni evlat mı edinecek, yoksa benimle evlenmek mi istiyor?” Kidder’ın ona ilgisinin en çirkin ve en sevgi dolu yönlerini de düzensiz salınımlarla veriyor bizlere Oates. Biz de okur olarak Katya gibi Kidder’in gerçek niyetini anlamakta bocalıyoruz, kafamız karışıyor. Evini şen şakrak gezdirirken, kapıyı sıkıca kilitleyiveriyor ya da içki içmesine izin vermezken bir gece ansızın Katya’ya ilaçlı içki verebiliyor, hatta bir gün ona aniden soyunmasını emrediyor...
Ailesi tarafında ilgi ve sevgiden mahrum bırakılarak yetişen Katya’nın derdi ise sevilmek ve para kazanmak. “Bay Kidder, Katya’nın elinin arkasını okşuyordu, ama başka türlü dokunmuyordu ona. Eğer dokunsaydı, eğer kucaklasaydı, Katya itip onu uzaklaştıramazdı; başını onun omzuna yaslar, yüzünü boynuna gömerdi... O anda Marcus Kidder’a karşı koyamazdı, çünkü dünyada Katya Spivak’a Marcus Kidder kadar değer veren başka bir insan daha yoktu. Ne yaparsam yapayım beni hoş görür, beni o kadar çok seviyor,diye düşündü.”
Katya’yı Kidder’a bağlayan bu iki arzu romanın sonuna da damgasını vuruyor. Tüketim toplumunun zenginin de fakirin de üzerinde yarattığı ahlaki çöküntüleri sarsıcı biçimde vermekten kaçınmayan Oates’in, romanının sonunu mutlu biten bir peri masalı olarak kurgulamasında da sanki haince, alaycı bir şeyler var... Aklı, parayı, beyaz adamı Kidder’la öldürürken, ödülü kadın bedenine veriyor imalı bir şekilde. Ve sözde masumiyetin kazandığı, sözde bir modern masal koyuyor önümüze... Kanmak da, kulak asmamak da size kalmış!
Yeni yorum gönder