"Hapishane dışında, kimse bütün günlerini aynı yerde ve aynı insanlarla geçirmek "zorunda" değildir."
Son 1 yıldır gazete sayfalarına zaman zaman (ve giderek artan sıklıkta) yansıyan haberlerden (kuruyan göller, akarsular; tahrip edilen kültür varlıkları ve hastane ölümleri ile birlikte) birisi de şu: "Cezaevleri doldu taşıyor", veya "Tutuklu ve hükümlü sayısı 12 Eylülü geçti."
12 Eylül'de tutuklu ve hükümlü sayısı 80 bin, bugünlerde 90 bini aşmış olabiliriz. Üstelik 2000 affı ile 40 binden fazla, 2005 yılında TCK'da yapılan değişiklikle 12 bin mahkum tahliye edilmiş iken. Sabıkalı sayısı ise 8 milyona ulaşmış; hakkında fiş tutulan yurttaşların sayısı nüfusun yüzde 20'si. Sokakta rastladığımız her beş kişiden biri fişlenmiş. Bu yazıyı okuyan her beş kişiden biri. Kuşkusuz her fişli fişli olduğunu bilmiyor.
Hapishanelerin hali ise içler acısı: Doktor, diş doktoru, hemşire, psikolog gibi kadroların neredeyse tamamı boş.
250 kişi kapasiteli Bartın Kapalı Cezaevinde 450 kişi (an itibarı ile daha yüksek olabilir) bulunuyor.
2005 yılında çocuk tutuklu ve hükümlü sayısı 1600 civarında iken, 2007'de bu sayı 2650'ye yükselmiş, en fazla artış çocuk "suçlu"larda yaşanıyor.
Dünyada lider ABD. Yetişkin nüfustan her 100 kişiden birisi hapishanede. Toplam sayı 2.3 milyon insan ve bu bir dünya rekoru. Sayı sürekli bir artış eğiliminde. ABD dünya nüfusunun %5'inden az bir nüfusa sahip iken, hapishanelerinde dünyadaki toplam tutuklu ve hükümlülerin yüzde 25'ine sahip.
Suç ve ceza, kapatılma, devlet, birey... Suç nedir? Ya Ceza? Yasa denen insan yapımı metinlerle bazı davranışlar "yasal" olurken, bazılarının "suç" olmasına kim karar veriyor? Kapitalizm denen sistem, onun devleti, siyaset, tüm bu süreçlerin neresinde? Ve oralarda bir yerlerde yüzlerce hapishane var iken, dışarısı ne kadar dışarıdır? Hapishanenin varlığı dışarıyı da "içeri" yapmaz mı?
"Teoride hukuk devletinin can alıcı noktası olarak görülen bağımsızlık, hakkaniyet ve eşitlik, yargı sürecinin kendi mantığından başka mantıklara boyun eğmemesini gerektirirken, uygulamada, yargı ve kurumları üzerinde tarih boyunca politikanın, iktisadın, dinin her zaman denetim kurduğu, (hem devlet ve toprak anlamındaki mülkün, hem de mülkiyetin; yani kurumlaşmış ve yasal hırsızlığın) "temeli" olan yargının mevcut iktisadi ve politik düzeni uyguladığı (şirket ve banka kurarak yasal soygun imkânları sağladığı, kârı ve sömürüyü güvence altına aldığı; keza devletin ve kurumlarının, hatta yandaşı çetelerin her türden keyfiyet, zorbalık ve cinayetine yasal kılıf sağladığı ortadadır. Kabaca ifade edersek, hırsızlık pazarın belirlediği koşullar altında meşrudur; insanı öldürmek ise idam, ordunun ve polisin yetkileri, savaş, paramiliter güçlerin eylemleri gibi devletin belirlediği koşullar altında, hatta ırkçı, milliyetçi ideolojilerin desteği altında suç değildir. "Adalet oyununu" oynamak içinse geriye ezilenler, mülksüzler, iktidarsızlar, muhalifler, etnik, kültürel, cinsel, dinsel azınlıklar, yani "tehlikeliler" - aslında insan - kalır."
Versus Yayınları'ndan çıkan Hapishane Çağı, Kapatılan İnsan başlıklı kitabında "Hapishane İçin Arka Plan"ı böyle oluşturmaya başlıyor Işık Ergüden. Yukarda verdiğimiz sayısal veriler sizi yanıltmasın, o tür bilgiler içeren bir metin değil bu. Bu kitabın "hayata ödenmesi gereken bir borç" olduğunu yazıyor Ergüden, öte yandan bir anı kitabı olmadığını da vurguluyor; romantizme asla prim vermeden, soğukkanlı bir duruşla kapatılmanın sıcaklığı üzerine düşünüyor, düşüncelerini ve deneyimlerini kavramsallaştırıyor. Ergüden içeriyi ve dışarıyı sorguluyor, kapatılmanın güya "dışarda" olan ve kendisini özgür zanneden bilinçler için ne anlama geldiğini ve gündelik yaşamın neresinde yer aldığını serimliyor. Artık hiç kimsenin yadırgamadığı, yeni kuşakların onlarsız bir Türkiye bilmedikleri, neredeyse devletin emniyet güçlerini sayısal olarak aşmış "Özel Güvenlik Görevlileri", kameralar, teknolojik izlemeler çağındayız. Kapısında özel güvenlik görevlilerinin olduğu bir işyerinde ya da sitede yaşarken aslında nerede yaşıyoruz? Dedektörlerle aranarak, X-Ray ışınlarında geçerek girdiğimiz bir Alışveriş Merkezinde nereye girmiş oluyoruz? Onları görmek kimilerimizin yüreğine su mu serpiyor? Kendimizi güvende mi hissediyoruz? Adeta yönetenlerce düzenli ve programlı bir biçimde dünyanın giderek kötüleştiği ve güvensizliğin arttığı mesajları yayılırken, "Peki bu dünyayı, bu ülkeyi siz yönetmiyorsunuz? Sizin icraatınızın sonucu değil mi bu?" sorusunu düşünmeden bireysel önlemler almaya çalışırken, dünya çapında devasa bir güvenlik sektörünü de beslemiyor muyuz?
"Hayatın ve insanın kuruma ihtiyacı yoktur. Ama başta devlet olmak üzere, aile, okul, kışla, işyeri, hastane, tımarhane, hapishane; tüm kurumlar dokunulmazdır. Kimileri tamamen benimsenmiş, kimileri yalnızca içine düşünce ne olduğunu anladığımız ama sonra mümkün olduğuna hayatlarımızdan uzak tutmaya çalıştığımız kurumlar. Hemen hepsinin kuralları bütünsel sistemin işleyişini aksatmama esasına göre düzenlenmiştir; aksatanların "ıslahı" esastır. Sistem, otuzlu yaşlarına geldiğinde çoktan askerliğini yapmış, iş güç sahibi olmuş, çalışan, evli, çocuk sahibi, gündüzleri işe giden, akşamları yemekten sonra televizyonun karşısında uyuklayan, hafta sonu kendince eğlenen, alışveriş yapan, futbol konuşan, dört ya da beş yılda bir oy kullanarak demokrasi oyununa katılan erkekler ve bu ideolojinin fiili ve düşünsel destekçisi kadınlar sayesinde ayakta kalır. Ailede, kreşte, okulda öğretilen budur. Eksik kalan bilgiler de kışladaki aptallaştırıcı tekrar ve emir-komuta düzeniyle tamamlanınca insan artık işyerine teslim edilebilir hale gelmiş olur. Aksaklık varsa, devreye girecek kurumlar bellidir: Klinik, tımarhane, hapishane..."
Kitabın merkezi bölümünü "Bir Hapishane Fenomenolojisi" oluşturuyor. Bu bölümdeki denemelerden "Zaman ve Mekân Işığında Şiddet"de hapishane (hücre) zamanı irdeleniyor: "Başkasının yokluğu, kimi zaman insanın kendi varoluşundan bile önce gelen başkasının olmaması zamanı da yok kılar ve insan - belki ilk ve son kez - zamanın yokluğunun, süreye hakim olamamanın ne anlama geldiğini hücrede öğrenir." Kapatılan insanın şeyleşme süreci, direnme, işkence; yetmişli ve seksenli yıllardaki devrimci mücadele ve hapishane anlatıları, Ergüden'in irdelediği diğer başlıklar.
Keyifli bir kitap değil kuşkusuz, içinde yaşadığımız toplumsal gerçekliğin her boyutu ile ilintili, merkezi bir öneme sahip bir konu bu. Üzerinde düşünülmesi devredilecek bir konu da değil. Üstelik başka ve daha iyi bir dünya tahayyülü çabaları çerçevesinde henüz yanıtlanmamış çok sayıda soruyu da içinde barındıran bir konu: "Suç, iktidar hiyerarşisinin tepesinden aşağıya doğru örgütlenirken "insan" kapatılıyor; yalnızca hapishaneye değil, toplumsallığın her alanına. Ve kapatılmanın gözle görülmeyen, incelikli, muğlak süreci başlıyor: Ölüm hep var, delilik de uzakta değil. Öznenin dışlandığı bu çağda içerdeki ve dışardaki ise kendine yol arıyor; kapatılmanın olmadığı, saçmalığın yalnızca insan varlığıyla sınırlı kaldığı bir hayata..."
Şahane Bir Kitap
Şahane Bir Kitap
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Şahane Bir Kitap Yazıları
Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.
Yazının başlığı da methiye cephesini epeyce açığa çıkarıyor ama en sonda ulaşmam gereken yargıyı en başa taşıyarak atayım ilk adımı: Türkçe yazılan ya da Türkçeye çevrilen kalburüstü bütün tarihî romanları okuduğunu varsayan, kendisi de az çok ilgi görmüş hacimli üç örnekle bu alana katkıda bulunan biri olarak, bugüne dek Moğol Kurdu’ndan daha iyisine rastlamadım.
Ölmek ve gülmek kelimeleri yan yana çok da gelmez. Belki fonetik olarak ya da bir şiirin kafiyesi olduğunda yakalanan uyum kulağa hoş gelse de ölüm ne olursa olsun acı verir insana. Gülecek yanını bulmak zordur ölümün. “Sen adamı öldürürsün” diyerek kahkaha atarken bile güldürmek ve öldürmek aynı cümlede geçti diye kısa süreli bir sarsıntı geçirdiğimiz olur.
Mehmet Akif’in seciyesini en çok şu üç şey inşa etti der Mithat Cemal Kuntay: Kur’anlı ev, pehlivanlı mahalle, müspet ilimli mektep. Bu üç dayanağı anlamak, Türkiye’nin ve şiirin zeminine dair iyi bir fikir verecektir. Akif’te tarih kültürel bir miras değil. O bunu çok erken zamanda anlıyor ve Namık Kemal’in korktuğu varoluş krizinin ortasında kendisini buluyor.
Reenkarnasyon, tarih boyunca birçok coğrafyada bazı farklılaşmalarla olsa da kendisine yer buldu. Dilimize de ruh göçü adıyla aktarılan bu kavram, ruhun bir bedenden diğerine geçerek varlığını sürdürdüğüne dair bir inanç.
Bu en çok okunanlar iyi de, en çok yazılanlar diye de bi başlık açsanız? Hep aynı şeyleri yazan yazarları bir görsek şööööyle. Takipçi, okurları olduğu kadar yazarları da izler.
Yeni yorum gönder