Foucault der ki; beden, güç ilişkilerini ve hiyerarşiyi bağrında taşıyan toplumsal, tarihsel ve imgesel bir uzamdır. Düşünür pek güzel ifade ettiğinden olsa gerek, türban yine ülke gündemimizin başkonusu. İktidar partisi muhalefet partileriyle bir olarak bu soruna yeniden el atmış durumda. Türban, peçe, inanç özgürlüğü ve özgürlüksüzlüğü tartışmaları bir yana, kadın örtünmesi üzerinden erkeklerin siyaset üretme süreçlerine tanık oluyoruz bir kez daha, yeniden, yeniden ve yeniden... İçimizden bazıları bu zamanda hala bu tür tartışmaların yapılıyor olmasına şaşırıyorlar. Oysa bunda şaşılacak hiçbir şey yok, zira ataerkil sistemin iktidarının sağlaması, daima kadın bedeni ve onun bir simgesi olarak da örtünme yöntemleri üzerinde yapılagelmiştir ne de olsa. Üstelik bunun sadece dinle de doğrudan doğruya bir ilgisi yoktur, yaşayıp çok iyi bildiğimiz gibi pekala laik sistemde de kadına, kadının bedenine, cinselliğine dair kapsayıcı kısıtlayıcı tutumlar ataerkil düzlemde yerini bulur. Demek istediğim öyle ya da böyle özünde tek tanrı inancını barındıran ataerki içinde yaşadığımız ve onu yıkmadığımız müddetçe erkekliğin ellerinin kadın bedeninin, kadın cinselliğinin, oturup kalkışının, giyinip kuşanışının üzerinden çekilmeyeceği... Hal böyleyken daha nice türban tartışmaları göreceğiz, diyorum. Ancak ortamda öyle çok kafa karışıklığı mevcut ki, bu hafta sizlere bu bağlamda zihin açacak, durugörü kazandıracak şahane bir çalışma tavsiye etmek istedim: Fatmagül Berktay’ın “Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın”ını...
Bu, altı bin yıllık uzun ve hüzünlü bir hikaye. Kadının toplumsal olarak geri çekilişinin, kapanışının, kapatılışının, bedeninin lanetlenişinin uzun hikayesi. Hikayedeki hüzün, hangi çağda, hangi toplumsal düzende ve ne adına olursa olsun kadınların bizzat içinde bulundukları hareketlerin, öncüsü oldukları değişimlerin her nasılsa gelip onları bulmasından ileri geliyor, hep kaybetmelerinden, hep kanmalarından ya da kandırılmalarından... Fatmagül Berktay, işe kadın cinsinin ilk kaybetmeye başladığı noktadan başlıyor. Yani anaerkil dönemin yavaş yavaş geride bırakılmaya başlandığı M.Ö. 4. ve 3.yüzyılların Orta Doğusu’ndan. Mekanımız Mezopotamya çünkü hem anaerkil sistemin yaşandığı, Ana Tanrıça kültünün egemen olduğu hem de tek tanrılı dinlerin ortaya çıktığı o gizemli yer tam da burası.
Kadın tarımı icat edince...
Anaerkil sistemin yani bugünkü ataerkil sistemin tam karşıtı kadın egemen bir sistemin yaşandığına dair kanıtlar yazının ortaya çıktığı dönemin de gerisinde mevcutturlar ancak. Bu, Mezopotamya’daki kent devletlerinin de öncesine götürür bizleri. Araştırmalar tarımın kadının icadı olduğunu kanıtlar niteliktedir. Ancak tarımın icadı ve daha da ötesinde saban tarımına geçiş kadını toplum içinde giderek ikincil rollere iter. Tarihsel çizgide bu itiliş önce tanrılar panteonunda erkek tanrıların ön plana çıkışına, giderek ana tanrıça kültünün yok oluşuna ve devamında tektanrılı dinlerin hayat bulmasına denk gelir. Doğurganlık özelliğiyle yücelen ve bu anlamda yaratıcılara denk görülen kadın cinsinin elinden yavaş yavaş bu özelliğinin “yüce”liği alınır ve “yüce”lik erkeğin eline geçer. Kadın artık yaratıcıyla özdeşleşen erkek sperminin taşıyıcısıdır sadece, bir araçtır, içi erkek tarafından doldurulan taşıyıcı bir kaptır. An gelir tek tanrılı dinler durumu öyle bir noktaya getirir ki, doğurduğu erkek kadının annesi olur! “Tekvin”, soyu üretme yetkisini kadından alıp erkeğe verir. “İncil” çekirdek aile sembolizmiyle doludur ve “Kuran”a geldiğimizde tektanrılı dinlerin erkek egemenliğinin mükemmel sonucuna da varmış oluruz. İslamiyet çokeşli sistemiyle çekirdek ailenin de ötesine geçer. Cinsel hazzı bastırmaz, aksine Allah aşkına ulaşmak için dünyevi zevkleri tatmayı ancak bunların esiri olmamayı salık verir. Kadın da bu noktada erkeğin tattığı dünyevi zevklerden biridir, hazzı yaşamanın bir aracı haline gelir.
Bizans’ın tanıştırdığı çarşaf
Tarihe baktığımızda görürüz ki örtünme ve peçe sırf İslam’a özgü uygulamalar değildir. İslamiyet’ten çok önce Yahudiler’de, Yunanlılar’da ve Bizans’ta yani tüm Doğu Akdeniz Uygarlığı’nda tarıma geçildikten sonra başlamıştır. Ve bu uygarlıklarda özellikle üst sınıf kadınlarını simgeleyen bir giyinme şekli olarak kabul edilmiştir. Türkler çarşafla, Bizanslılar’da ve Doğu Hıristiyanlar’ında karşılaşmışlardır. Osmanlılar’da da örtünme, köylülerden çok kentli ortasınıfın bir adetidir.
Bugün İslamiyetle özdeşleşen örtünme tutumunun ve bunun değişmezliğinin kökeninde ne vardır peki? Berktay, “İslamiyet, örneğin Hıristiyanlık’taki ‘ilk günah’ kavramı gibi suçluluk duygusunun temelini atan ve bu konudaki toplumsal denetimi içselleştirmeye yarayan bir yöntemi benimsemediği, cinselliği başlı başına kötü bir şey olarak görmediği için, bütün tektanrılı dinlerin ve toplumların reddettiği evlilikdışı cinsel ilişki (zina) sorununu, mekanı sıkı bir biçimde denetleyerek çözer”, diyor ve devam ediyor “Bu uygulama onu uç bir noktaya, cinslerin birbirinden tümüyle tecridi ve elbette toplumsal denetim nesnesi olan kadınların ya eve kapatılıp hareketsiz hale getirilmeleri ya da dışarıya çıkmak zorunda kaldıklarında peçe takarak bir anlamda bu iç mekanı, harim’i, ‘dışarı’ya taşımak zorunda bırakılmaları noktasına götürür.” Örtünme Müslüman kadının dışarıdaki hayatını temin eder, örtünen kadın “dışarı”da olsa da “içeride”dir bu şekilde.
Kadının ataerkil toplum düzeni içindeki konumunun tarihine üç tektanrılı din ekseninden bakan Fatmagül Bektay bu bağlamda son günlerin yükselen değeri köktendinciliğe de değiniyor. Ve “Liberalizme karşı bir meydan okuma olarak Amerikan Köktendinciliği” ile “moderniteye karşı bir meydan okuma olarak İran Köktendinciliği”nin son derece ilgi çekici birer okumasını yapıyor. Moderniteye, yozlaşmaya, kadın bedeninin bir tüketim nesnesi olmasına karşı gelen İranlı kadınların geçici bir simge olarak peçeyi kabul etmelerinin ve devamında bunu bir zorunluluk haline getiren yeni sistem karşısında düştükleri umutsuz durumun hüzünlü hikayesinde bir dolu farklılığın yanı sıra kendimizden de pek çok şey bulacağımızı zannediyorum.
Fatmagül Berktay bu çalışmayı yaklaşık on beş yıl önce kaleme almış ama geçtiğimiz günlerde yeni bir baskısının da yapıldığını söyleyeyim. Bu alanda daha derinlemesine inceleme yapacak okurlara Camille Paglia’nın “Cinsel Kimlikler” adlı çalışmasını tavsiye edebilirim. Bu çalışmayı Fatmagül Bektay’ın çalışmasıyla bir karşılaştırmalı okuma olarak da önerebilirim zira Paglia’nın, Berktay’a ve Berktay’ın kaynak gösterdiği araştırmacılara karşın ataerkil dönemin tam karşısına koyacağımız bir anaerkil dönemin hiç yaşanmadığını söylediğini ve söylemini kadının doğayla özdeşleşen kaotik, karanlık ve kötücül yapısı içerisinden kurmayı tercih ettiğini de ayrıca belirtmeliyim.
Bugün gelinen noktada öyle görünüyor ki kadının cinsel kimliği ve bedeni üzerine, onun tarih içinde değişen kültürel ve dini anlamları üzerine düşünmenin, okumanın aydınlanmanın zamanı geldi de geçiyor bile. Elimizi çabuk tutalım...
Yeni yorum gönder