İnsan ruhu, geçmişi ve geleceği içinde taşıdığı kadar yaşar. Ve bunu tarih algısı gibi dikey bir çizgi halinde değil, kat kat, iç içe, üst üste homojen bir şekilde yapar… Mistik olan da, büyülü olan da bu değil midir, ruhu bedenimizden ayrı bir varlık olarak zannetmemizin sebebi bu değil midir? Tüm zamanlar düşüncesi bir yana, yakın geçmişin şekillendirdiği bir bilincin, bu an’ı ve yakın geleceği şekillendireceği bilgisi, sanat için de, edebiyat için de sanırım en temel çıkış noktalarından, ilham kaynaklarından biri. Paul Auster da bu kaynaktan faydalanan edebiyatçıların önde gelenlerinden.
Son romanı elime geçtiğinde, kendimi şöyle bir yokladım, Paul Auster hakkında yıllar içinde kaleme aldığım bunca yazının tek sebebi (ki giderek derinliğini kaybettiğini düşünmeme rağmen) özellikle ne yaparsa yapsın Türk okurunun kendisini çok sevmesi, dünyaca ünlü bir yazar olması mıydı? Kişisel eğilimimin temelinde yatan şeyin, yukarıda söz ettiğim kaynak konusunun benim de kafamı çok kurcalaması olduğunu keşfettim bu defa. Auster’ın işgal ettiğimiz varlık alanı içinde bir koleksiyoncu gibi dolaşmayı sevmesi ve kültürel bir hayvan olarak insanın mistik, gizemli, büyülü yanını kolaçan etmeyi ihmal etmemesi…
“Sunset Park”, yazarın son romanı. Adının aksine park falan değil, New York’un yoksul, renksiz, köşede kalmış, içinde kocaman, kasvetli bir mezarlık barındıran semti Sunset Park. Romanın temel izleklerinden birini oluşturan ekonomik kriz ve kişisel de olsa bir savaştan dönen erkeğin, geri geldiğinde bulacağı şeyin eskisine hiç benzemeyeceği teması, yazarı ve kahramanlarını Sunset Park’ta buluşturmuş. Romanın kahramanı Miles Heller, New Yorklu entelektüel bir burjuva ailesinin üyesi. Annesi meşhur bir aktrist ve işi nedeniyle onu ve babasını Miles henüz küçük bir bebekken terk etmiş. Miles, New York’un önde gelen yayınevlerinden birinin sahibi olan babası, üniversitede hoca olan üvey annesi ve üvey abisiyle birlikte yaşıyor. Görünürde hiçbir sorunları yok ama aslında gerçek bir aile de değiller. Çünkü Miles’ın da dediği gibi annesiyle, abisinin babası aile hayatlarının içinde bir hayalet gibi geziyorlar.
Derken bu yüzeydeki huzur da korkunç bir olayla sonsuza dek bozuluyor. Miles bir ağız dalaşı sırasında abisini yola itiyor ve oradan hızla geçen bir araba, bu küçük kavgayı bir aile trajedisine dönüştürüyor. Bundan sonra Miles artık başka biri, daha içine kapanık, ailesine karşı daha uzak. Üvey abisinin ölümünden sorumlu olmasının ağırlığını daha fazla taşıyamayarak bir gün herkesi, her şeyi terk ediveriyor. Tam yedi yıl süren bu terk edişin ardından dönüp geldiği yer ise Sunset Park. Yakın arkadaşlarından birinin terk edilmiş bir harabeyi onarıp, yasa dışı bir şekilde işgal ettiği Sunset Park’taki ev...
Bu evde yaşayanlar ekonomik krizle, sistemle ve yaşadıkları çağ ile başı dertte olan, genç insanlar. Biri tezini bitirmeye, diğeri yalnızlığın ve sanatın duvarlarını yıkmaya, bir diğeri ise sisteme karşı başlattığı kişisel muhalefeti sürdürmeye çalışıyor. Hayatlarına giren Miles’ın ise onlardan farklı bir yanı var: O savaşmış ve savaşı bitirip eve dönmüş olan kişi, kahraman erkek. Yine de Sunset Park’taki kısa ömürlü beraberliklerinin hepsinin hayatlarına katacağı sürprizler var. Mezarlığın karşısındaki bu metruk ev, hepsinin geleceklerinin yönünü değiştirecek.
Üç kuşak Amerika
Auster’ın Sunset Park’taki temel izleklerinden biri ekonomik kriz ise diğeri de hiç şüphesiz Amerikan kültür tarihi. Savaştan dönen bir avuç erkeğin dramına odaklanan bir Hollywood klasiği “Hayatımızın En Güzel Günleri” ile Beckett’ın meşhur bir oyunu olan “Mutlu Günler”, “Muhteşem Gutsby” romanı ve onun “allame anlatıcısı” romanın içinde ironik bir şekilde gezinip duruyor. Amerikan beyzbol tarihinin ilginç kişilikleri ve olayları da 2008 yılında geçen bu hikayeyi ve genç kahramanını bir hatta iki önceki kuşağa bağlıyor.
Amerika’nın büyüklüğü masalını kabul etmiş, belki biraz aptal ama dirençli, iyimser, güçlü bir kuşak, kendilerini ve bir canavara dönüşen ülkelerini sınırsızca sorgulayan bir kuşağı ve bu kuşak da birikimsiz, arayışın yönünü kaybetmiş durmaksızın gevezelik eden birilerini yaratıp yetiştiriyor. Auster’ın soyunduğu şey bu noktada üç kuşak Amerikan tarihinin romanını yazmak belki de, ama hikayenin bazı yerlerinde kendini güçlü biçimde hissettiren niyeti, diğer yerlerde solup gidiyor. Romanın diğer bir zayıf yönü ise hikayeyi kahramanlarının ağzından aktarmayı tercih eden, herkesi ve her şeyi çok iyi bilen o “allame anlatıcı”nın zaman zaman okura nefes alacak yer bırakmaması.
Bütün bunlarla birlikte Auster’in yarattığı atmosfere kendini bırakmayı, yazarın akıcı anlatımını sevenleri hayal kırıklığına uğratmayacak bir roman Sunset Park ve Auster kanımca hala günümüzde geçen en güzel, en dikkat çekici öyküleri yazan romancıların başında geliyor.
İlgili kısım aşağıda, yazarken aslında zor olanın kolaymış gibi göstermek ve de okurken anlatının içine kelimeler aracılığı ile girmek ve buna rağmen kelimeleri düşünmemek, Auster'in dilini güzel kılan nokta:
"... clarity, finally, is the most unsettling thing possible. It allows the readers in some sense, if you can do it well, ideally, to forget that the medium of expression is language. That you are just somehow in what the words are saying but you are not even thinking about the words anymore..."
Auster basit yaşantılarımızın üzerinde durduğu günümüzü (sanal dünyada geçen saatlerimiz, fast food yerken, alışveriş merkezi gezintilerimizle mutlu olduğumuz zamanlarda geçen hikayeleri) anlatırken, bütün bunların içinden gizemli, anlatılası hikayeler çıkardığı için önemli bir yazar. Diğer yandan insan hayatının geleceğine yön veren 20'li yaşlara eğilen romanlarıda ayrı bir tat veriyor okura.
Bir diğer noktada, eğer kitaplarını İngilizce'sinden okursanız farkedeceğiniz dili kullanımdaki o güzel, akıcı ve şiirsel ritmdir, onu edebi anlamda değerli kılan. Anlatıcının işleri yokuşa süren, gereksizce etraftan dolanan kelime fazlalığına rastlamazsıınız. Anlatıcı roman ile okurun arasından çekilir. Ve de her ne kadar Auster iyi çevirilse de Türkçe'ye, Auster aslında çeviride önlenemez biçimde şiirselliğinden çok fazla kaybetmektedir, akıcı ama basit bir anlatıma bürünür metin, ne yazık ki...
"Invisible-Görünmeyen" için kendisi ile yapılmış GrantaMagazine röportajında anlatımda yakalamak istediği ve bence yakaladığı duruluktan bahseder kendisi, tavsiye ederim!
Yeni yorum gönder