Batıl inanç nedir? Birilerinin, bizden çok geride veya uzaktaki birilerinin, bize anlamsız, gülünç hatta saçma görünen türlü kültürel yönelimleri mi? Yoksa sadece ilkel, ilksel inanış biçimleri mi? Günümüzde akıl ve mantık ekseninde rahatlıkla çürütülebilen ve ancak bu tür inançlara sahip olan bireyleri ve toplulukları anlamaya yarayacak kültürel şifreler mi? Evet, belki de hepsi… Ama burada yanlış olan tek bir şey var: Batıl inançlardan azade olduğumuz düşüncesi… Onların bizden çok uzakta olduğu sanısı.
“Efsaneler, toplulukların varlıklarına anlam katan, dünyada bulunuşlarına bir amaç yakıştıran anlatılar, masallardır. Efsaneleri kuran anonim ağızlar, bu anlatılar üzerinden sadece atalarıyla, kökleriyle değil, kendi öteleriyle, başkalarıyla da bağlantıya geçerler. Gündelik olanın arasından, sonsuz kuşatılamaz bir genişliğe açılırlar. Bu efsaneleri bir arketip, mitik bir başlangıç zamanı, yeri sayan topluluklar, bu ortak, değişmez masallar üzerinden bir ortaklık yaratırlar. ”Şimdi, bu eksende rahatlıkla şöyle sorabiliriz: Modern ve modern sonrasının insanlarını bir topluluk olarak birbirine bağlayan efsaneleri, masalları ve mitleri nerede peki? Elbette ki şehirlerde, şehirlerin tam içlerinde. Komplo teorilerinde, yeraltında yaşayan vahşi hayvanlarda, türlü fetiş nesnelerinde, modada, aşırı sporlarda, göllerdeki canavarlarda, bir kaçış olarak ürettiğimiz doğal yaşam düşlerinde, organ mafyası tehdidinde, kişisel gelişim öğretilerinde, modern vampir hikayelerinde… Özgür Taburoğlu, son derece dikkat çekici çalışması “Kent Efsaneleri”nde, sahip olmadığımızı düşündüğümüz batıl inançlarımızın ve takıntılarımızın kültürel bir okumasını yapıyor. Ona göre kent efsaneleri bizim kendi gerçekliğimiz. Kanonik metinler ve efsaneler gibi olmasalar da; içinden geçtiğimiz modern-sonrası, endüstri- sonrası zamanların dağınıklığını, geçiciliğini, odaklanamama hastalığını taşısalar da; kararsız, gün içinde anlatılan ve tekrar dağılan hikayeler olsalar da; bu türden bir ortaklığı taşıyorlar.
Aslında onlarsız yapamıyoruz, çünkü onları biz yaratıyoruz. Tarihteki tüm insan topluluklarında olduğu gibi kolektif bilinç dışımızla bağlantıya geçmeye ihtiyacımız var çünkü. İçimizdeki olağanüstüne ve dışsal bir iradeye inanmaya ihtiyacımız var. Metropol sakinleri olarak hızlı bir yaşam sürmek durumunda olsak da, batıl düşünceler, gündelik akıl yürütmelerin içinden, mantığın, türlü soyutlamaların arasında kaybolmayan hayaletler gibi, ilkel zihniyetin hayaletleri gibi, ara ara bize geri dönmektedirler. Çünkü, ilkel zihniyet olmazsa, şiir, sanat, metafizik ve bilim kaybolur. Çünkü, “uygar insan, sadece aklı ve mantığıyla kurduğu dünyada değil, ilkellerle benzer şekilde, aynı zamanda simgeler dünyasında yaşar.”
Taburoğlu kent efsanelerinin yapılarından söz ettikten sonra onların bir anlamda türlerine geçiyor. En önemli örneklerimizden biri de elbette ki komplo teorileri. “Komplo teorileri, tüm diğer batıl ifade yollarında olduğu gibi, yarı aydınlanmış, büyüyle bilimi, maddeyle madde-ötesini karıştıran bir düşünüş biçiminin yansımalarıdır.” Bu noktada Taburoğlu, komplocuları kartezyen öznenin mükemmel birer temsili olarak ele alıyor. Buna göre, komplocular Amerikan film kahramanları gibi sınırsız güce sahip, insani sınırları aşmış, herkesi aynılaştıran bir işleyişin içindeki neredeyse insanüstü tipler olarak karşımıza çıkıyorlar. Yukarılarda bir yerlerde bürokrasi, diplomasi, uluslararası mübadeleler sürerken, onlar egemenliğin köklerini ele geçirmekle meşgul oluyorlar. Hükümetleri devirip devrimlere sebep oluyorlar, cumhuriyetler kurup sonra da eğer istemezlerse kaldırıyorlar… Ancak yanlış anlaşılmasın, Taburoğlu’nun bir batıl inanış olarak komplo teorilerine yaklaşımı, tıpkı diğerlerine karşı olduğu gibi olumsuzlayıcı değil. Yazar, sadece bir arayışın izlerini sürüyor. Ve bu izleri en çok eğlencede, oyunda, takıntılarda, saplantılarda buluyor.
Taburoğlu “Kent Efsaneleri”ni bizi yiyip bitiren, kendi yarattığımız efsaneleri bile kendi ellerimizle parçalatan, unutturan, bir tür şehir hastalığı olarak tanımlayabileceğimiz ve ileri kapitalizmin temel işleyiş kaynaklarından biri olan “hız” düşüncesinin gerekliliğine karşı bir öneriyle noktalıyor: Yavaşlık felsefesi… Yavaşlık, sistem-dışı, sistem-karşıtı bir yönelim olarak tartışılmayı beklemekte. Üstelik hız nasıl ki bir ileri kapitalizm gerekliliğiyse, yavaşlık da sistemin yarattığı felaket olasılıklarına karşı zorunlu bir önerme şeklini almak üzere. Kim bilir belki de insan soyunun devamı ilerlemede değil, yavaşlamada ve istememeyi becerebilmekte yatıyor.
Yeni yorum gönder