“Oysa/ kim harlandırıp yüreğinde ateşi/ kıyametini büyütmezse/ve hesaplaşmazsa kendiyle/ ateşten kurtulamayacaktır.” Şiirin adı 'İnanan için ilahi', şairiyse elbette Gülten Akın. Deniz Gezgin’in Ahraz'ının adı da pekala bu şiirin adıyla aynı olabilirmiş. Zira yazar sanki aslında bir roman değil, bir şiir, inanan için bir ilahi yazmış. Üstelik yalancı inançların ve tüm kötücül inançsızlıkların boşluğunda savrulup durmaktayken koskoca bir toplum, bir çağ, bir dünya... Yazar bu romanla, Yusuf’un Kenan kuyusuna doğrulukla ve cesaretle bakmış, tufan kayığına binmeyi göze almış, yeniden aşkla Babil kulesini yapmış. Dilini sözün vahşiliğine, sessizliğin derinliğine, suyun doğurgan, ıpıslak tekinsizliğine katmış, yepyeni bir dil yaratmış…
Ahraz, bir ilk roman. Daha doğrusu heyecan verici bir ilk roman. Mitolojiyle ilgilenenler Deniz Gezgin adını, hazırladığı su, bitki ve hayvan mitosları kitaplarından tanırlar. Gezgin kültür tarihi ve mitoloji üzerine yaptığı çalışmaları yazar yaratıcılığına ekleyerek mitolojik öğeleri bol olan, dolayısıyla da okurun önünde katman katman açılan çok sesli bir metin kaleme almış Ahraz'la.
Sudan gelip suya giden bir hikayesi var Ahraz’ın. Mitolojik bir hayvanın doğumunu andıran bir şekilde gözlerimizin önünde beliriyor ilkin romanın kahramanı Adile. O, Ege kıyılarındaki bir kasabanın 'ifrit'i, 'öteki'si. Gövdesi sanki biçimsiz bir denizkabuklusu, içi dışı kupkuru tuz. Ve oğlu İsrafil. Bir melek şüphesiz. Annesinin tersine çok güzel, annesinin küskünlüğünün tam tersine tüm kasabayla, hatta evrenin ve yaşamın kendisiyle çok barışık. Ama adı üstünde işte o bir kıyamet meleği, kıyametin habercisi. Çünkü henüz kundakta bir bebekken ve ateşler içinde yanıyorken kasabada bir allahın kulu bile açmıyor kapısını yardıma. Adile’nin anne endişesine, İsrafil’in ateşine derman olmuyor. Ve Adile işte o gece lanetliyor tüm kasabayı, kıyametlerinin sebebi olmaya ant içiyor.
Kasaba her şeyiyle bir roman kahramanı Ahraz'da. İnsanın en büyük yanlışının şeytanı melekten, kötülüğü iyilikten ayırıp, ötekileştirmekle yaptığını düşünen Jung’u desteklercesine, içlerindeki tüm kötülüğü Adile’ye ve İsrafil’e yüklüyor kasaba halkı. Kendilerine, topraktan, denizden ve insani derinliklerinden kopuk, kör ve sağır bir yaşama tutturan bu kasaba ile
insan ruhunun kör noktalarını, kahredici zaaflarını ve kötülüklerini tel tel ayırıyor yazar. İsrafil’in dilsizliğinde ve sağırlığında, toplumla arasındaki ilişkilerde bir ters orantı kuruyor. Sanırım, hikayesinin en büyüleyici yanı da işte buradan geliyor.
Romanın tek konuşan kahramanı Yusuf. Yaşlı marangoz, bir ağaçadam, bir bitkinin köklerinden doğan… İsrafil’in sağırlığına aldırmıyor o. Kasabalının yoz ve cahil kötülüğüne ise hiç pabuç bırakmıyor. Nice hikayeleri var hayata dair anlatılacak ve İsrafil’le bir ortak noktası: O da ötekileştirilmiş, ifrit bellenmiş bir anadan doğma, korkularla ve köklerinin budanmasıyla büyümüş, sakatlanmış bir adam. Hayata ve insana dair, bu lanetli kasabanın geçmişine dair ne biliyorsa anlatıyor İsrafil’e. Yusuf, sokak köpeği Mavi, ifrit Adile ve ahraz İsrafil giderek bir aile oluyorlar. Daha doğrusu bir aile olmamaktan yeni bir hayat kuruyorlar: “Hayır, bir aileye dönüşmüyorlardı hiç; bu hakiki bir şefkatti. Bu sofrada çoğalmıyor yalnızlığı yaşıyorlardı. Bir diğeri olmadan nasıl tek başına kalınabilir, bu suskunluğu başka ne sağlayabilirdi ki.” Toplumun ve ailenin yıkıcı, kötücül, sakatlayıcı işlevlerinin fena halde farkında çünkü Gezgin. Bazen yaşam denen şeyin sade ve sadece onların dışına çıkarak kurulması gerektiğini söylüyor bize. Adile ile İsrafil’in an be an kopuşu da bu düşüncesinin farklı bir temsili gibi. Bir başka açıdansa anne ile çocuk arasındaki yaşam/ ölüm/ yaşam döngüsünü vurguluyor. İsrafil büyüdükçe Adile küçülüyor roman boyunca. İsrafil kendisine bir yaşam yarattıkça Adile ölüyor. “Onları zıt yönlere savuran dildi, Adile’de eksik İsrafil’de tamam olan hayat çeşmesi. Birini boşluğa, diğerini varlığa yaklaştıran bir anahtar. Adile doğduğunda hayat kapısı üstüne kilitlenmişti; anahtarı aramayı bir kez bile aklından geçirmedi. İsrafil bunu yaptı, gök renkli bir yoldaş ve ağaç elli bir rehber buldu; kapının karşısına, duvara çizdiği pencereden atlayarak bir bahçeye kavuştu. Düşlerle kendi oyununu kurdu.”
Gerçek edebi metinlerin neticede her şeyden önce yazarını iyileştirdiğini, okur bir yana önce yazarına hayata dair bir cevap verdiğini düşünürüm hep. Ahraz’da da işte böyle bir iyileşme, böyle bir cevap mevcut. Kasabanın örtük ama saf kötülüğü, hikayenin kahramanlarının ise ahrazlığı ve saf iyiliğinden bir deva, bir çare, bir cevap anahtarı bularak çıkıyor sanki Deniz Gezgin. İnananlar için bir ilahi yazmış olması bundan. Aileyi, kasabayı, toplumu ateşe vererek insan bilincinin derin sularında bir yolculuğa başlıyor hikayenin sonunda kahramanlarıyla birlikte. Tüm ikiliklerden arınmış, kendi kötülüğünün farkında olup iyiliğinin ve saflığının peşinden gitmeyi, gidebilmeyi öngörüyor. Bir sonraki hikayesinin işte bu yolculuğa dair olacağını hisseder gibiyim, tıpkı tüm iyi hikayelerin peşine düşmüş, hevesli ve uyanık okurlar gibi.
Yanlış hatırlamıyorsam Mircan Kaya'nın da böyle bir çalışmaısı vardı, inananlar için ilahi...
Yeni yorum gönder